GenelGüncelKültür Sanat

RUSYA’DAN GELEN KARDEŞ –

Aslan Kuliyev

RUSYA’DAN GELEN KARDEŞ

Çeviren: İmdat AVŞAR

Uyuyan oğlunun omzundan tutup sarsıyor, onu uyandırmaya çalışıyordu. Alacakaranlıkta anasının telaşlı sesiyle uyanan büyük oğlu, yataktan sıçrayıp kalktı ve anasına seslendi:

“Ne yapıyorsun ay ana? Bu, yatmadan önce tabancasını yastığının altına koyuyor. Şimdi bu karanlıkta senin kim olduğunu anlamaz, vallahi vurur seni! Acelen ne? Bırak, ne zaman uyanırsa uyansın, ne diyeceksen, uyandığında söylersin. Hem oğlanı sabahın köründe uyandırmak senin neyine gerek!”

Anası iyice sinirlenmişti, Kara’yı[1] daha sertçe sarsıyor, oğulların söyleniyordu:

“Kalkın! Gün doğuyor, sabah oldu, ne yatıyorsunuz? Kardeşinizi bağlamışlar! Ama siz hâlâ uyuyorsunuz,   sanki erliği bağlanan sizin kardeşiniz değil!”

Gece düğünde hayli içki içtiğinden dolayı şakakları zonklayan büyük oğlan, yüzünü buruşturmuş, kederli bir halde söyleniyordu:

“Ay ana, onun düğümünü bu mu açacak? O aptal iktidarsızsa, adımızı lekelediyse, Kara ne yapsın? Benden günah gitti, ben Kara’yı da onun arkadaşlarını da iyi tanırım, bunlar vakitsiz uyandırılınca telaşla ayağa fırlar, sağı solu kurşun yağmuruna tutarlar. Benden söylemesi, gerisi senin bahtına kalmış.” Büyük oğlan bunları der demez sürünerek yatağının yanındaki dolabın arkasına gizlendi.

Kara nihayet uyandı. Tan yeri yeni ağarmaya başladığından oda hâlâ karanlıktı. Kara gözlerini açtığında, onu uyandırmak için başucunda bekleyen anasını tanıyamadı. Hemen yastığının altındaki tabancasına davrandı, kurma kolunu geri çekerek mermiyi namluya sürdü, tam tetiği düşürecekti ki, birden kendine geldi. Doğrulup yatağın üzerine oturdu, tabancasını yeniden yastığın altına sakladı. Büyük oğlan dolabın arkasından boynunu uzatıp uğrun uğrun bakıyordu. Tehlikenin geçtiğinden emin olunca keyfi yerine geldi, pis pis gülerek:

“Bahtın yaver gitti ana!” dedi.

Anası, başına gelebilecek felaketin farkında bile değildi, iki eliyle dizlerini dövüyordu. Kara’ya doğru yalvaran gözlerle bakıyor, bu oğluna daha çok güvendiği açıkça belli ediyordu:

“Ay oğul!” dedi, “Sağ ol, Taa Urusyet’ten[2] çıkıp geldin, küçük kardeşinin düğününü de yaptın. Düğün bitti ama şimdi düğümün çözülmesi gerek, kardeşinin erliğini bağlamışlar! Bak, sabah oldu, kardeşin gelinin odasına bile giremiyor.”

Kara başını iki yana sallıyor, uyku sersemi olduğu için anasının dediklerini bir türlü anlayamıyordu. Anasına dönüp sordu:

“Niye giremiyor?”

“Kara böyle ince işlerden anlamaz!” diyen büyük oğlan, her ihtimale karşı tedbiri elden bırakmıyordu, henüz dolabın arkasından çıkmamıştı, dudaklarını ısırıp, gülmemek için kendisini zor tuttuğundan sesi boğuk çıkıyordu, o konuştukça Kara boylanıp sağa sola bakıyor, alacakaranlıkta ağabeyinin nerde olduğunu kestirmeye çalışıyordu. Ağabeyi işin aslını Kara’ya aşikâr etmek için boğuk sesiyle devam etti:

“Senin anlayacağın, kardeşimiz gerdeğe girmekten korkuyor! Gelinin odasına gireceği zaman bacakları titriyor. Zorla içeri tıkıyoruz, o beti benzi sararmış halde dışarı kaçıyor.”

Kara itiraz etti:

“Asıl sen anlamamışsın,” dedi, “anam oğlanı bağlamışlar diyor, sen başka telden çalıyorsun. Hem sen neden bahsediyorsun? Nerdesin sen? Sesin geliyor, kendin ortalarda yoksun.”

Ağabeyi, Kara’nın tabancasını yastığın altına koyduğunu gördüğünden cesaretli konuşuyordu:

“O yastığının altındaki soyka, bu evde senin neyine lazım? Hepimizin gözünü korkutuyorsun.”

Kara bir şeyler demek istedi, hafiften öksürüp boğazını temizledi ama nedense ağabeyine cevap vermekten çekiniyordu. Anasına seslendi:

“Dışarda bekle, kalkıp giyineyim, elimi yüzümü soğuk su ile yuyup ayılayım, şimdi ne dediğini anlamıyorum. Kimi bağlamışlar, korkan kim, kimden korkuyor?”  

Kara elbisesini giyinip odadan çıktı, bahçeye inip buz gibi soğuk çeşme suyuyla elini yüzünü yıkadı, saçlarını ıslattı. Balkona geçip bir sandalye çekerek masaya oturduğunda anası kâselere süt dolduruyor, buğulanan süt kâselerini masanın üstüne diziyordu. Anası, oğlunun sabahları sıcak süt içmeyi sevdiğini biliyordu. Kadın ne zaman kalkmış çay demlemiş, sütü ne zaman kaynatmıştı, belki de sabaha kadar hiç uyumamıştı. Buğulanan kâseden lezzetli bir yudum süt içen Kara sordu:

“Evet, ana, şimdi söyle bakalım, ne oldu?”

Anası dizlerine vurdu:

“ Kardeşini bağlamışlar.”

Kara yine başını iki yana salladı:

“Ay ana! Ben çoktandır buralarda değilim. Vallahi sizleri anlamakta güçlük çekiyorum. Açıkça söylesene! Niye bağlamışlar, nereye bağlamışlar, neyi bağlamışlar, ne ile bağlamışlar? Kim bağlamış? Sen bana bağlayanın adını söyle, gerisine karışma, ben o işi hallederim!”

Anasının elleri iki yanına düşmüştü, ah çekerek başlarına geleni oğluna anlatmaya çalışıyordu:

“Oğlan gelinin odasına giremiyor, korkuyor. Oğlanın başını bağlamışlar, büyü yapmışlar, bu hangi kendini bilmezin işi, ben nerden bileyim. Tez mollanın yanına gitmek lazımdır, molla bir muska yazsın, büyüyü bozsun, açsın yavrumun düğümünü, yoksa âleme rezil rüsva oluruz.

“Mollaya ben mi gideceğim?” diye soran Kara, neler olup bittiğini, anasının niye dizlerini dövdüğünü, kendisinden ne istendiğini ancak o zaman anladı.

Anası:

“Senin gitmen münasip yavrum” dedi.

“Sen bunu nereye gönderiyorsun?” diyen Ağabeyinin sesinde kırgınlık vardı. Onu inciten, anasının, kendi dururken küçük kardeşine umut bağlaması değildi elbet. Anasının, mollanın yanına Kara’yı göndererek işi, içinden çıkılmaz hale getirmesinden korkuyordu ki, anasına sitem etti:

“Ben o mollayı iyi tanırım, bir kitaplık söz söylesen ne dediğini anlayamaz. Kara bu işin ne olduğunu daha kendisi anlamadı, mollaya nasıl anlatacak?”

Ağabeyinin bu uzun nutku Kara’yı adeta çıldırttı, öfkeyle dişini sıktı ve sesini yükseltti:

“Peki, ben ne yapayım şimdi!?”

Ağabeyi Kara’ya ne yapması gerektiğini söyledi. Kara’nın, mollaya muska yazdırmak için para vermesi gerekiyordu. Molla, para almadan elini soğuk sudan sıcak suya vuran adam değildi. Para olmaz ise kılını kıpırdatmazdı.  Kara öfkelendi, “niye daha önce söylemiyorsunuz?” diyerek, el çantasını ağabeyinin önüne koydu. Kara’nın iyi bir yönü var ise, o da paraya pula değer vermemesiydi, üçün beşin hesabına bakmazdı. Çantasındaki parayı kuruşuna kadar alsalar umurunda olmazdı, paranın nereye harcandığını da sormazdı. Ağabeyi çantayı açıp yeteri kadar para aldı ve ayaküstü bir iki lokma ekmek yiyip bahçeye indi. Külüstür arabasını çalıştırmak istedi ama araba inatlaştı. Hayli uğraştıktan sonra bin bir nazla çalışan bu hurda, demir yığını, böylesine uygunsuz bir iş için mollanın kapısına gitmek istemiyordu anlaşılan.

Büyük kardeş aslında mollanın ayağına gitmeye gönülsüzdü, kanı katran olmuş, akmıyordu. Külüstür araba, bele kadar çıkan atların arasında uzayan toprak yolda ilerledikçe dişini sıkıp söyleniyordu:

“Böyle de iş mi olur? Sabahın köründe git, mollayı yataktan kaldır, o da sorsun: Ne var? Sen de cevap ver: Kardeşimi bağlamışlar, sen kafa yor, aça bunu. Gel de çık işin içinden, utancımdan eriyip yerin dibine gireceğim. Boş laf, molla neyi açacak, bizimki erkek değil ki! Ay salak, gelinin odasına gireceğin vakit niye titriyorsun, ne var, gir gelinin yanına, seni mi yiyecek? Neden korkuyorsun, gelin adam yiyen mi? Seni mi öldürecek? Böyle ağzı süt kokan oğlanı evlendirmek neyimize gerekti! Salağı gelinin odasına iteliyorlar, o da ayağını yere direyip geri kaçıyor, kuru yaprak gibi titriyor. Anama, ay ana, acele etme, daha küçük, bunu Kara’nın yanına gönderelim, oralarda biraz gezsin, dolansın, hele dünyanın kaç bucak olduğunu görsün, öğrensin, ondan sonra evlendiririz dedim, beni dinleyem kim.”

     Molla evde değildi, tarlaya ekinlere bakmaya gitmişti. Öğleye doğru çıkıp geldi. Üstü başı toz toprak içindeydi, tarlanın tozunu üstünde getirmişti. Bahçeye girer girmez üstünün başının tozunu çırpmaya başladı, sanki uçmaya hazırlanan iri bir kuş kanat çırpıyordu, mollanın üstünden öyle bir toz kalktı ki, o koca adam birdenbire toz bulutunun içinde eridi, kayboldu. Oğlan, eğer molla bir kez daha kanat çalıp üstünü başını çırpsa beni toza boğacak, diye düşündü. Molla da toz bulutunun diğer yanında kalan oğlanı arıyordu, sağa sola bakıp neden sonra gördü. Molla oğlan ile selamlaşıp ne için geldiğini öğrenmeden, namaz kılıp kılmadığını sordu. Bir an neye uğradığını şaşıran oğlan, “kılıyorum” diye cevap verdi. Namaz kılmadığını söylese, sohbet bununla bitecek, molla da başka bir şey sormayacaktı. Kılıyorum deyince, molla da: “çok güzel,” dedi, öğle vaktidir, namazımızı kılalım, sonra konuşuruz.”

İş sarpa sarmıştı ama geriye dönüş de yoktu, sözünden cayamazdı artık, mollanın ne maksatla sorduğunu nereden bilsin. Büyük bir dikkatle mollayı izliyor, mollanın nasıl abdest aldığına bakarak onun her hareketini tekrar ediyordu. Arı sudan abdest aldıktan sonra namaza başladılar, yan yana durmuşlardı, oğlanın bir gözü sürekli molladaydı. Molla rükuya eğilince eğiliyor, secdeye varınca alnını mühüre[3] koyuyor, tahiyata oturunca oturuyor; kıyam ettiğinde de ayağa kallkıyordu. İkinci rekâtta molla secdeye varıp alnını mühürün üstüne koyduktan sonra yekinip tombalak aştı ve gidip odanın öbür başına düştü. Oğlan buna çok şaşırmıştı, babasının namaz kıldığını çok görmüştü,  ancak onun bir kez olsun, böyle tombalak aştığını hatırlamıyordu. İyi de bu molla niye kaldırıp kendini odanın öbür başına fırtlatmıştı? Ne de olsa mollaydı, mektep medrese görmüş, okumuş adamdı, deli değildi ki, kendini boş yere savurup tombalak aşsın. “Tevekkül Allah’a,” deyip o da tombalak aştı ve molladan biraz daha ileriye düştü. Molla böyle şeylerin ustasıydı, ellerini birbirine vurup bir kahkaha attı, gülmekten uğunuyordu. Hayli güldükten sonra:

“Beni aldatacaktın ha? Namaz kıldığını söyleyip beni taklit edince, sana inanacağımı mı sandın? Bre gafil, namazda tombalak aşma var mı?”

Molla onu çok fena yakalamıştı, aptallaşmış bir halde homurdandı ve sözü fazla uzatmadı. Molla düşünüp yeni bir icat çıkarmadan niye geldiğini söyleyince, Molla kora basmış gibi sıçradı:

“Ben düğüm açan mıyım? Senin kardeşini, karısının yanına ben mi götüreceğim? Olur mu? Sen Allah’tan korkmuyorsun, namaz kılacağım diye tombalak aşıyorsun, kardeşin de karısıyla gerdeğe girmekten korkuyor…?”

Molla hayli konuştu, hayli boşboğazlık etti, en sonunda büyük oğlanı çileden çıkardı. Oğlan geçip, yere bağdaş kurarak molla ile yüzyüze oturdu ve ellerini oynatarak:

“Ay kişi[4], boş boş konuşmayı bırak! Allah’ına şükret ki, senin ayağına Kara değil, ben geldim. O gelseydi, böyle hariçten gazel okuyamazdın. O, şimdiye kadar yaslamıştı sırtını duvara, tabancayı da dayamıştı iki kaşının arasına, sen de zokayı yutmuştun, dilin tutulmuştu… Kara’nın nasıl bir adam olduğunu sana anlatayım da dinle, elin memleketinde nasıl bir itibarı var, gör. Bir kere Moskova’ya, onun yanına gitmiştim. Birlikte pazara çıktık. Pazar ki ne pazar, bizim köyün bütün arazisinden daha büyük bir alana kurulu. Ben arkadan gidiyordum, Kara ile şoförü de önde. Bir adam sırtında bir torba ile bize doğru geliyordu, yanımızdan geçerken torbası hafiften Kara’ya dokundu. Kara hiçbir şey demedi ama şoförü koşup torba sahibine ulaştı ve adama tekme tokat girişti. Şoför: “Ahmak, torba ile çarptığın adam kimdir, biliyor musun? Kara’dır Kara!” diyordu. Ne ise, fazla sürmedi, pazar yeri karıştı. Herkes bir yana kaçmaya başladı. Şaşırmıştım, ne olduğunu anlayamamıştım. Sonunda kaçanlardan birini yakalayıp ay kişi! Ne oldu, niye böyle sağa sola kaçışıyorsunuz, diye sordum.  “Ay kardeş, haberin yok mu? Kara pazara gelmiş! Kara’nın kim olduğunu bilmiyor musun, dedi. Sonra pazardaki bütün büyük esnaflar bir bir Kara’nın ayağına geldiler, önünde saygı ile eğildiler,  hediyeler getirip, onu ağırlamak istediler. Demek, Kara bu imiş. Pazaryerinden dışarı çıktık, arabaya bindiğimizde Kara’ya: Senin burada büyük saygınlığın var, bu esnaflardan birine söyle, bir işaret et ki, bana da üç beş kuruş versinler, hayatımı yaşayayım, senin gibi kardeşim var ama ben hala kasaba pazarında yoğurt, peynir, yumurta satıp geçiniyorum, dedim. Kara ise kaşlarını çattı, yüzünü buruşturdu: Ben dilenci değilim, sonra burada her şeyin bir kanunu, kaidesi var, bunlar sana niye para versinler, dedi. Baktım ki, biraz daha derine insem, her şeyi kanuna bağlayıp beni de suçlu çıkaracak, vazgeçtim, daha sesimi çıkarmadım. Şimdi Kara’nın kim olduğunu anladın mı?”

Molla, hayli ileri geri edip özellikle de parasını fazlasıyla aldıktan sonra muska yazmaya razı oldu. Muskaları yazdıktan sonra, oğlana ne yapması gerektiğini anlattı ve:

“Kardeşin, bu akşam aslan gibi olacak,” dedi, “Azgın boğaya dönecek, açtım bütün düğümleri, ipleri kırdım, kovdum cinleri, şeytanları. Üstelik gerine gerine anlattığın kardeşin Kara’dan da korkum yok, bu muskaları Müslümanlık hakkı için yazdım. Dara düşen bir Müslümana yardım etmek boynumuzun borcudur.”

Mollanın aklına en son gelecek bir şey varsa, o da  Müslümanlık borcuydu. Bre gafil, madem Müslümanlık borcu, niye parayla yazıyorsun? Aslında Molla, o muskaları biraz paranın hatırına; biraz da Kara’dan korktuğu için yazmıştı. Mollalar kadar canını seven başka bir tayfa yoktur, bunlar dünyaya dört elle sarılırlar. Oğlan muskaları cebine koydu, arabaya binerken zihnindeki soruları dağıtmak için kendisini savuşturan mollaya bir daha sordu:

“Kovdun değil mi?”

Molla başını ileri uzattı:

“Neyi?”

“Cinleri, şeytanları!

Molla kendinden emin cevap verdi:

“Kovdum! Kovdum!”

“Adamın söylediğine bak, güya kovmuş ama neyi kovduğunu bilmiyor.” Dedi oğlan, arkasında duran ve suratından hilekârlık damlayan mollaya bakıyor, baktıkça şüphesi biraz daha artıyordu. Bu zehir tuluğu, neye desen benziyordu ama cin şeytan kovana değil. Oğlan kendi kendine söylendi:

“Beni tufaya getirdi, parayı yele verdim, vesselam!”

Eve gelip de Kara’yı ağaçların gölgesinde süt içerken görünce iyice öfkelendi:

“Eh! Onun neyine gerek, serin gölgede oturmuş, bir eliyle süt içiyor, bir eliyle tabanca oynatıyor. Ben ise namazda tombalak aşıp mollayı eğlendiriyorum. O yetmezmiş gibi kırk dereden su getirip, türlü diller döküp o eblehin büyüğüne yalvarıyorum…” Bu sözleri söyleyip, içindeki zehiri akıtan büyük oğlan, hemen işe başladı, muskanın birini, mollanın dediği gibi bahçeye gömdü. Öfkeliydi, bir yandan da acele ediyordu, muska kardeşime derhal tesir etsin, bu rezaletten kurtulalım diye, işini çabucak bitirmek istiyordu. Muskayı gömerken eğilince, kurumuş bir kazayağının çöpü gözüne battı, az kalsın gözünü çıkaracaktı, başını yana çekse de, gözünün altı derince çizildi, yaralandı. Bu yetmezmiş gibi bir de yaban arısı gelip ensesinden soktu, küçücük bir arıydı ama arının iğnesi bütün bedenini sızlattı. Ensesi göz açıp kapayıncaya dek şişti, davul gibi oldu, boynunu çeviremiyor, başını düz tutup yürüyordu. Bir yandan da söyleniyor, “Şu küçücük yaban arısı kadar olamadın,” diye kardeşine sitem ediyor, arada bir sövüp ona lanet ediyordu. Muskalardan birini yakıp kardeşini dumana verdi. Kuru güz yaprağı gibi titreyen kardeşi dumandan boğuluyor, gözlerinden yaş süzülüryordu.  Üçüncü muskayı da kardeşinin tüyleriyle birlikte yakıp külünü rüzgara savurması gerekiyordu. Bunun için makası eline alıp kardeşinin saçından bir tutam almak isterken oğlanın kulağınını da kesiverdi. Kulağı kesilmeden önce de tir tir titreyen oğlan ayva gibi sarardı. Damadın kulağının kanı durmuyordu, eli yüzü kan içinde kalmıştı. Anası ah çekip dizlerini dövüyordu:

“Ooy! Daha bundan adam olmaz! Bundan hiçbir şey olmaz! Kulağını kestin, bunu adamlıktan çıkardın.”

Büyük oğlanın başından ateş çıkıyordu, hata edip damadın kulağını azıcık kesmişti ama anasının dediğine bakılırsa, oğlanın kulağı değil de sanki başı kesilmişti. Sanki tüm suç büyük oğlandaydı, büyük oğlan damadın kulağını kesip onu adamlıktan çıkarmasa, damat işi de bitirecekti! Büyük oğlan öfkeden deliye dönmüştü, bir yandan da sanki ensesine hançer sokuyorlardı, ensesini sokan arıyı hatırladığında başından duman çıkıyordu, anasına ensesini gösterip: “Bak ana, bak, adamı adamlıktan böyle çıkarırlar, küçücük arı beni ne hale getirdi, ciğerimi yaktı,” diyordu.

Sabah erkenden odaya dalan kadın, yine Kara’nın başucuna dikildi. Kara’yı tutup sarsıyor, uyandırmaya çalışıyordu:

“Uyan, a balam! Uyan! Fil uykusuna mı yattın? Aleme rezil rüsva olduk, başımıza olmadık iş geldi, sen hâlâ yatıyorsun.”

Korkuyla sıçrayıp uykudan uyanan büyük oğlan, heyacanlı bir şekilde anasına seslendi:

“Ay ana, yine başımıza ne oyun açıyorsun? Dur, kalktım işte! Ay ana, dur, bekle! Ben dolabın arkasına geçeyim, ondan sonrasını kendin bilirsin! Ay ana, bir dakika bekle! Yangın mı, var, acelen ne?”

Kara aniden uyandı, atlet kilot yataktan fırladı, tabancasını anasının göğsüne dayadı ve gazap dolu sesiyle yarı karanlık odada yankılandı:

“Kimsin?”

Anası korkuyla seslendi:

“Oğlum, beni tanımadın mı?

“Ana, bu sana azdır!” diyen büyük oğlanın sesi, dolabın arkasından güçlükle duyuluyordu. Ne yapsın, sesini çıkartsa, Kara, dolabı kurşun yağmuruna tutacak, delik deşik edecekti? Tekrar söylendi: “Bu kadın kendi bildiğinden şaşmıyor, bu ahmak da anasını öldürecek!”

Kara birden kendine geldi, başını silkeleyip durumun ne olduğunu anlayınca endişesinin yersiz olduğunu farketti ve yatağına uzanıp yorganı üstüne çekerek kendisini haklı çıkarmaya çalıştı:

“Ay ana, oda zaten karanlık, göz gözü görmüyor, sen de ikide bir gelip başucuma dikiliyorsun. Bekle, giyineyim, ondan sonra konuşuruz.”

Kara elbiselerini giyindi, elini yüzünü soğuk su ile yıkadı, geçip masaya oturduktan sonra neler olduğunu sordu:

Anası dizlerini döverek anlattı:

“Açılmadı! Sabaha kadar uyumadık, oğlanı tutup gelinin odasına zorla sokuyoruz, iteliyoruz, girmem Allah, girmem deyip geri kaçıyor, sabaha kadar uğraştık, yok, takatimiz kalmadı, elden ayaktan düştük…

Kara, başını salladı:

“Onu niye iteliyorsunuz?”

“Ne demek niye? Oğlan bağlı mı kalsın? El âlem bize mi gülsün? Neden olduğunu biliyorum, ağabeyin muska yazmaya gönülsüz gitti, o yüzden de işimiz rast gitmedi. Üstelik yoktan yere oğlanın kulağını da kesti, zavallı saatlerce sızlandı, gıdaklayıp durdu, sanki tavuğun başını kesmiş de bir kenara koymuşsun. A bala, şimdi beni iyi dinle, komşu köyde yaman bir efsuncu var, doğruca onun yanına git, sen gitmezsen bu iş olmaz, başka çaresi yok.”

 Kara, sıcak sütten afiyetle içtikten sonra: “Tamam ana,” dedi, “komşu köye gider, işi de hallederim” dedi.

Bunları duyan büyük oğlanın neşesi kaçmıştı kendi kendine söylendi: “Demek, molla  benim ağzımı yele vermiş, beni makaraya sarmış! Gidip molladan parayı geri istesem mi? Aman, boş ver, cehenneme kadar yolu var, ahmağın biri zaten, canını verir, aldığı parayı geri vermez. Bu deyyus oğlanınki de açılmadı gitti. Ne yapsın, oğlana zor iş buyuruyorlar, birdenbire kalkıp gelinin odasına nasıl gitsin!? Hele şu işe bak sen, rezil olacağız, itin yanında da itibarımız olmayacak, şerefimiz ayaklar altında kalacak!”

Kara sütünü içer içmez ayağa kalktı, el çantasını da  alıp, ağabeyinin külüstür arabasına bindi ve komşu köye doğru yola düştü. Köye varıp sora sora efsuncunun evini buldu, efsunçu evindeydi,  sabah erkenden gelen misafiri neşeyle karşıladı. Kara sözü hiç uzatmadı, hemen söze girip niye geldiğini söyledi. Efsuncu masanın üstüne bir kâse su koydu, kâsenin içine de iki üç tane bozuk para, iğne ve kıyık attı. Suya eliyle vurup dalgalandırırıken birdenbire inlemeye başladı ve Kara’ya döndü:

“İşler çok karışık! Kardeşini cinler bağlamış! Yedi düğüm atmışlar, yedi tılsıma sokmuşlar, yedi …”

Kara’nın rengi attı, sertçe sordu:

“Bunları bana niye anlatıyorsun?”

Efsuncu gözlerini ağarttı:

“Peki, kime anlatayım!?”

“Yeter! Fazla gevezelik etme! Bu işi çözebilir misin, onu söyle. Evet mi, hayır mı?

Efsuncu, bu adamın boşboğazlığı sevmediğini, kendi alacağı parayı artırmak için, yapacağı işin zorluğunu ortaya koymak gibi basit numaraların, bu adamı hiç de etkilemediğini, hatta onu kızdırdığını anladı. Bu adamla kısa konuşmak gerekiyordu:

“Evet,” dedi

“Bu işi kaça yaparsın, ne kadar istiyorsun?”

“Bin dolar!” dedi, efsuncu, böyle kararlılıkla, özgüven ile konuşan adamdan para koparmanın kolay olacağını hissetmişti ama yine de müşterisinin kendisiyle fiyat üstüne çene çalacağını, sıkı pazarlığa tutuşacağını sanıyordu ancak Kara’nın, parayı sayarak masanın üstüne koyduğunu görünce, daha çok para istemediği için bin pişman oldu, yüreğinin yağı eridi.

Kara parayı verip ayağa kalktı, ve: “Fiyatını söyledin, paranı da aldın!,” dedi. “Şimdi şu ikisinden biri olacak. Ya bizim oğlanınki açılacak, ya  da sen öleceksin!”

Efsuncu yemin billâh ediyor, alttan girip, üstten çıkarak Kara’yı ikna etmeye çalışıyor:” Endişe etme, en fazla iki üç saat içinde tılsımları bozacağım, bütün düğümleri açacağım,” diyordu. Kara ona fazla kulak asmadan çıktı, insanları tanımakta engin bir tecrübesi vardı. Bu adamı da gözü hiç tutmamıştı, üçkağıtçıya benziyordu, konuşması yapmacık, gözleri de fıldır fıldır dönüyordu. Bütün bunlara rağmen efsuncunun nasıl bir adam olduğu Kara’yı çok da rahatsız etmiyordu, yeter ki işini yapsın, gerisi beni ilgilendirmez, diye düşünüyordu.. 

Kara’nın erkenden eve dönmesi ağabeyini şaşırttı, sesindeki alaycı tonu saklamaya çalışarak sordu:

“Ne oldu?”

Kara, ağabeyini başından savmak için öylesine cevap verdi:

“Efsuncu düğümü açacağını söyledi.”

“Ya açamazsa!?”

“Açamazsa, ölecek!”

   Ağabeyi başını salladı, gülerek söylendi: “Gidip işi yoluna koymuş, kesin efsuncunun ödünü patlatmıştır, şimdi o bedbaht sıtmaya yakalanmış gibi titriyordur, iyi bir efsuncu bulup onu dilini açtırmak lazım.”

Evde bir huzursuzluk vardı, kadın ortalıkta deli gibi dönüyor hatta biricik oğlunu da unutmuş, şaşkın şaşkın geziyordu. Ne yapsın garip anası, sen güzel bir toy düğün yap, oğlan evlendirdiğini yedi düvele duyur, sonra damat iş göremesin, günlerce bağlı kalsın. Böyle bir oğlanın anası, deli olmasın da ne yapsın. Anasının bu haline acıyan ancak işleri yoluna koymak için de elinden hiçbir şey gelmeyen büyük oğlu, üzgündü, anasını bu günlere koyan küçük kardeşine söyleniyordu:

“Ay ahmak, anamızın bağrını çatlatacaksın! Babamız yatalak hastaydı, tam yedi yıl onu sırtımda taşıyıp tuvalete götürüp getirdim. Arada bir sinirlenir, sırtımda taşıdığım halde beni değnek ile döverdi. Zavallı anam çehresini eğmeden, tam yedi yıl babamızın hizmetinde dolandı, ona kulluk eyledi, Yazık, çektiğimiz zahmete değmedi, babamız yataktan kalkamadan ecel atına binip öbür dünyaya göçtü. Anam, babamızın derdinden deli oldu, vaktinden önce yaşlandı, ömründen ömür gitti, kadının kalan ömrü de sen ahmağın yüzünden heba olup gidiyor!”

Kara bahçede oturuyordu, yüzünde anlaşılmaz ifadeler dolaşıyordu, sanki taştan yontulmuş bir heykeldi, öylesine hissiz, duygusuz… gözlerini bir noktaya dikmiş uzaklara bakıyordu. Birden gözlerine ışık geldi, elini uzatıp ağabeyine, bahçe çitlerinin dibindeki, enli yapraklarıyla kızıla çalan çiçekler açan gülü gösterdi:

“Çocukken, ben bu gülün kızıl çiçeklerini yiyip zehirlenmiştim. Sen de beni dövmüştün.

Ağabeyi:

“Evet, öyle bir şey olmuştu,” dedi. “Daha aklı yetmiyordu, üstelik kafasızın biriydi ama adamdaki hafızaya bak” diye ve diliyle dişinin arasında mırıldandı ve ekledi: “ Sana en az yüz kere, o çiçeğin zehirli olduğu söylenmişti ama sen, yine de gidip yemiştin! Seni dövmeyip de ne yapsaydım?”

“Zehirlenmiştim, bana tez ayran yetiştirmen gerekirdi.”

Ağabeyi sessizce düşünceye daldı. Şeytana lanet, bu ne demek istiyor, neyin hesabını yapıyor? Emrine amade, gözünü kırpmadan baş kesecek, adam öldürecek onlarca adamı olan Kara’nın birdenbire çocukken dövüldüğünü; daha da önemlisi kendisini benim dövdüğümü hatırlaması, hiç de hayra almet değil. Böyle bir adam sana kin beslese, rahat gezebilir, kaygısızca uyuyabilir misin? Ağabeyi o günkü hadiseyi aklına getirdikçe gönlü eziliyor; kardeşine baktıkça mahçup oluyordu. Çocuk zehirli çiçek yemiş, avılanmış, mosmor kesilmişti ve üstelik nefes alamıyor, boğuluyordu, ağabeyi ise ona ayran yetiştirmek yerine, acılar içinde kıvranan çocuğu, tekme tokat dövüyordu… O gün, ona haksızlık etmişti, Kara’nın böyle şeyleri asla unutmayacağı da malumdu. Aksiliğe bak, oğlanın düğümleri de açılmadı gitti, Allah kahretsin, bu aptalı nasıl da bağlamışlar. Kara bu meseleyi halletmeden asla bir yere gitmez. Şimdi otur bekle ki, Kara çocukken dövüldüğünün acısını çıkaracak mı, intikam almayı düşünecek mi, intikamını ne zaman alacak…

Gece, Kara ile ağabeyi yine aynı odada yattılar, Kara geldiği günden beri aynı odada yatıyorlardı şimdiden sonra Kara’yı bu odaya bırakıp kendi odasında yatamazdı ki. Allah bilir ya, ağabeyi, sabaha kadar uyuyamıyordu, vehimle yatıyor, gece boyu yatak içinde dönüp duruyor, bir türlü uykuya dalamıyordu. Birden  Kara karışık bir rüya görür, ya da bir ses duyar sonra da kalkar, sağa sola kurşun yağdırır, o zaman ben ne yapacağım, diye düşünüyor, korkuyordu.

Aylı, yıldızlı bir geceydi, pencerenin önünü kapatan söğüdün dalları arasından süzülen ayşığı, halının nakışları üzerinde titriyor, raks ediyordu. Böylesi mehtaplı bir gecede dahi ağabeyinin uykusu gelmiyordu. Kara için fark etmiyordu, ister aylı, yıldızlı, isterse zulmet karanlık olsun geceler, ister bülbüller, isterse baykuşlar ötsün… onda kalp denilen şey yoktu… Ağabeyi bunları düşünürken Kara’nın sesi onu hayal dünyasından çekip odaya getirdi:

“Çocukken, beni çok dövdün…”

“Evet, arada bir olurdu,” dedi çekinerek ve bu ne demek istiyor, Allah bilir neler düşünüyordur şimdi, vicdan yok, akıl yok bunda, ne de olsa Kara işte, birden kafası bozulsa, ağabeyini, kardeşini tanımaz. Aksiliğe bak, sürekli çocukken dövüldüğünü hatırlıyor” diye geçirdi içinden.

Kara, ağabeyinin bütün vücudunu titreten soğuk sesiyle itiraz etti:

“Arada bir değil, her zaman!”

Ne de olsa kardeştiler, Kara’nın damarlarındaki kan ağabeyinin damarlarında da dolaşıyordu, birden sinirlendi, az önceki endişesinden eser kalmamıştı, sesini yükseltti:

“Evet, dövdüm! Ne olmuş dövdümse? Akıllı olsaydın, söz dinleseydin de dayak yemeseydin! Beni çileden çıkarıyordun, dövmeyip ne yapsaydım?”

Küçük kardeşini kastederek: “Onu da dövmek lazımdı,” dedi Kara, ağabeyinin beklediğinin aksine tabancasına el atmadı, üstelik sakindi, hiç sinirlenmedi ama ağabeyi Kara’nın ne demek istediğini bir türlü anlayamıyordu. İşin aslı başkaydı, şimdi gelinin odasına gitmeye korkan küçük kardeşleri, uysal, söz dinleyen, sakin, bir çocuk olduğundan bir kez olsun, ağabeyinden dayak yememiş, hiç dövülmemişti. Ağabeyi ona bir tokat dahi vurmamıştı. Niye vuraydı ki, her daim oğlanın başı öndeydi, ne buyursan yapıoyordu.

Yedi kardeştiler, babaları yatalak hasta olmuş ve yedi yıl azap çektikten sonra da ahirete göçmüştü. Evin bütün yükü, en büyük ağabeylerinin omuzlarına yüklenmişti. Ağabeyleri ev işlerini kardeşlerine taksim eder, kimin ne yapacağını, hangi işi göreceğini söylerdi, yaşamak, geçimlerini sağlamak için hepsi de çalışmak zorundaydı. Kimi eve odun, su getirmeli, kimi bahçede bağda çalışmalı, kimi malı davarı otlatmalı, kimi de değirmene unluk buğday götürmeliydi. Zor işleri ağabeyleri kendisi hallediyor, kardeşleri da kalan işlerin üstesinden geliyordu. Ağabeyleri kardeşlerinin hepsinden razıydı ama Kara, hergün mutlaka bir arıza çıkarıyordu, tabi çıkardığı arıza da cezasız kalmıyordu.

Askerliklerini yaptıktan sonra, kardeşlerden beşi ekmeklerinin arkasına düşüp Urusyet’e gittiler, en küçük kardeş ile ağabeyleri de köyde kaldı. Küçük kardeşlerinin düğününe sadece Kara gelebilmişti, “Urusyet’te bu ara çok kargaşa var, çoluk çocuklarının başında dursunlar, diye diğerlerinin düğüne gelmesini ben istemedim, sonra hepsini birden göndereceğim, yeniden düğün yaparsınız,” diyordu.

Gökteki dolunay, odayı süt gibi beyaz bir ışığa gark etmişti. Gece, büyük oğlan bir gözünü yummuş, bir gözünü açık bırakmıştı adeta, uyuyamamıştı, tedirgindi, birden ani bir şey olursa, kendimi dolabın arkasına atar, canımı kurtarırım, diye düşünüyordu. Bir yandan da anası, her saat başı: “Kalk, hele bir gel, şimdi ne yapmamız lazım,” diye başucuna dikliyor, onu yataktan kaldırıyordu.

Sabahleyin anası, omzundan tutup sarsar sarsmaz uyandı Kara ve anasının ne diyeceğini beklemeden sordu:

“Düğümler açılmadı mı?”

“Yok,” dedi anası, dizlerini dövüp ah çekti, kaç gündür uykuyu durağı yitirdiğinden, ah çekip feryat etmekten sesi kısılmıştı: “Açılmadı,” dedi, “Sabaha kadar gözümüzü yummadık, Oğlanı ite kaka kapıya kadar getiriyoruz ama ayağını direyip içeri adım atmıyor. Sonunda takatimiz kesildi, dinlenip yeniden odaya tıkmaya çalıştık ama faydası olmadı…”

Kara çabucak uyanınca, artık işin tabancalık olmadığından emin olan ağabeyi, dolabın arkasına saklanmaya gerek duymamıştı, yattığı yerden seslendi:

“Evet, açılmadı, sen derin uykudayken, bu talihsiz ağabeyin, o ahmağı gelinin odasına tıkmak için var gücüyle iteledi. Onu itelemekten dizlerimin dermanı kesildi, takatten düştüm. Deyyus da fil gibi güçlü ama neylersin, avrattan korkuyor. Ay ana, köyün çoğu bizim hısım akrabalarımızdır. Sadece amcamın altı gelini var, dayım kızları, bibim uşakları… Bunlar bize hangi günde sahip çıkacaklar, çağır hepsini, gelip yardım etsinler.”

Kara elinin yüzünü yıkadı, elbiselerini giydi, hiç acele etmeden sütünü içiyordu, yenice doğmuş buzağı gibiydi, üç öğün süt versen, yok demiyordu. 

Gece hava nemli olduğundan otlara, çiçeklere çiğ düşmüştü, tuvalete doğru giden ince yolun her iki tarafını da, adam boyu ot bürümüştü. Tuvaletten dönen Kara’ya bakan ağabeyi, gülmemek için kendisini zor tuttu. Otların üstündeki çiğ damlalarıyla ıslanan pantolonu, kıçına yapışmış, pantolonuna bulaşan çiçek tozları, kıçını gökkuşağına döndürmüştü.

“Naylondan da tuvalet mi yapılır?” didi Kara, kaç gündür gidip geldiği tuvaletin iğreti şekilde, naylondan yapıldığını ilk kez fark etmişti sanki.

Ağabeyi başka söz bulamamıştı:

“İran naylonudur, içerden adamın kıçını, başını gösteriyor, daha iyisini yapmak için Rus malı naylon arıyorum,”dedi.

“Naylondan yapmaya mecbur musun, Rus naylonu olunca kıçımız görünmeyecek mi? dedi Kara, başını iki yana salladı ve başka bir şey demeden, ağıl kapısının önünde duran tırpanı alıp eyelemeye başladı. Ağabeyi şaşırdı, yıllardır köyde değildi ancak ömrü ot biçmekle geçen usta adamlar bile tırpanı onun gibi eyeleyemiyordu. Kara, masat ile tırpanın ağzını iyice düzledi, eli ile yoklayıp keskinliğinden emin olduktan sonra tuvalete giden ince yolun iki yanında biten otları biçti, biçtiği otları koyun kuzu yesin diye çitin dibine yığdı. Anasının eline fırsat geçmişti, Karayı övmeye başladı:

“Yanımda kalmadı bu, kesemden gitti, Kara’m evde dursaydı benim ne derdim olurdu. Tuvalete de rahat gidemiyorduk, bu otları biçmek kimsenin aklına gelmiyordu.”

Kara külüstür arabaya doğru yöneldi, o arabaya oturduğunda ağabeyini telaş bastı, bu lanet olası arabanın aksiliği tutuyor, önemli bir iş olunca sanki başına taş düşüyordu. Düşündüğü gibi de oldu, Kara ne yaptıysa araba çalışmadı, öfkeyle arabadan indi, kapıyı kuvvetlice çarpıp arabanın tekerine birkaç tepik savurdu ve:

“Bu da araba mı?” diye Rusça sordu, hem öyle bir sordu ki, sanki bu hurda yığınının çalışmamasının tek sebebi ağabeyiydi.

Ağabeyi incinmiş bir halde cevap verdi:

“Araba değilse nedir?”

“Hiçbir şey! Hurda!”

 Ağabeyi hiç itiraz etmedi, Kara ile laf yarıştırmanın iyi olmayacağını düşündü ve arabanın kaputunu açıp ateşleme sistemini kontrol etti. Bujilerden ikisi ıslanmıştı, evde yenileri vardı, bujileri değiştirip arabayı çalıştırdı. Kara da arabaya atladığı gibi ardına bakmadan sürüp gitti.

  …

Kara’yı görünce efsuncunun rengi attı, kızardı, bozardı, renkten renge girdi, olduğu yerde donup kaldı, sanki dili tutulmuştu bir şeyler söylemek istiyor, yutkunuyor, ama söyleyemiyordu. Yüzünde soğuk bir tebessüm beliren Kara buz gibi katı halde efuncuya seslendi:

“Yüzünü duvara çevir!”

“Ne? Nasıl yani,” diye kekeleyen efsuncunun dili de o an açıldı.

“Çabuk ol!”

“Yoksa açılmadı mı?” diye soran efsuncu nasıl bir bela ile yüzyüze geldiğini o an hissetmişti, karşısındaki adam aman vereceğe benzemiyordu, suya düşenin saman çöpüne sarıldığı gibi efsuncu da dilinden medet umuyor, canını kurtarmak için türlü diller döküyordu:

“Bu nasıl olur, ben, onu…”

Kara:

“Gevezelik ettiğin yeter!” dedi ve tabancasını adamın şakağına dayadı.

“Ay kişi, hele dur! İndir şu tabancayı, kaçıyor muyum?   Sen bu müslümanı öbür dünyaya imansız mı göndermek  istiyorsun? Allah’tan korkmuyor musun? İzin ver, kelime-i şahadet getireyim, Allah’a dua edip yalvarayım ki, günahlarımı affetsin, karımı, çocuklarımı Allah’a emanet edeyim.”

Kara bunu hiç beklemiyordu, bir müslüman gibi ölmek isteyen, son nefesinde aman dileyen, Allah’a yalvarıp dua etmek isteyen birine müsaade etmemek hoş olmazdı, beklemek lazımdı. Bırak duasını etsin sonra işimi gönül rahatlığı ile bitiririm, diye düşündü ama yine de şüphe içindeydi, Bu dar zamanda, son nefeste, bu adamın Allah’ı hatırlamasına akıl sır erdiremiyordu, yine de gönlü razı olmadı:

“Tamam, duanı et ama kısa olsun,” dedi ve bir sandalye çekip oturdu.

“Müsaade et, paranı da vereyim.”

Kara elinin tersiyle işaret etti:

“Gereği yok, sen ölünce yakınların o parayla ihsan verirler,” dedi.

Efsuncu ne düşündüyse, biraz cesaretlenmişti, kendini kurtamak için bu fırsattan yararlanmak istedi:

“Bir husus daha var… Şimdi ben ölsem, senin kardeşin ömrü boyunca bağlı kalacak, asla açılmayacak. Azerbaycan’da, bu işi çözecek ikinci bir adam daha bulamazsın, yok…” dedi.

“Bu bir prensip meselesidir!” diyen Kara, bu üçkâğıtçıya zaman verdiği için pişmanlık duyuyordu, adam duasını edip işini bitirmiyor, Kara da adeta onun nazını çekiyordu: “Sen beni aldattın, bunun bedelini ödemen lazım, ölmen gerek! Kardeşimin bağlı kalması, ya da açılması sonraki meseledir. Benimle işin bitti, şimdi duanı et, şehadetini getir, Allah ile olan işini de bitir!

Efsuncu acı gerçek ile yüzyüze geldiğini, nasıl bir belaya bulaştığını ancak o zaman idrak etmişti. Bu adam ruhsuz bir taş, sert bir demir parçasıydı. Onu etkilemek, kararından vazgeçirmek mümkün değildi. Diz çöküp ellerini havaya kaldırdı, Allah’a yalvarıyor, günahlarını bağışlaması için dua ediyordu. Kara ise sanki köz üstündeydi, yerinde oturamıyordu. Pencereden güneş ışıklarının süzüldüğü bir yaz vaktinde, diz çöküb ellerini havaya kaldırarak dua eden efsucuya baktıkça, kalbinden anlaşılmaz duygular gelip geçiyordu. Acaba yaşadığı yerde, o soğuk ve renksiz Rus şehrinde, son nefesini verirken böylece Allaha dua edip; bağışlanmasını dilemeye vakti olacak mıydı? Birden öfkeyle sordu:

“Sen kime yalvarıyorsun?”

“Allah’ıma!”

“O zaman yüzünü kıbleye çevir! Köpek! Ellerini açıp bana doğru dönmüşsün, güya Allah’a yalvarıyorsun! Senin günahlarını affedecek olan ben miyim? Çabuk ol, duanı bitir!”

Efsuncu Allah’a yalvarsa da, sözlerini ona diyordu:

“Çok zaman istemiyorum, bana bir gün daha mühlet ver. Bırak son hünerimi de işe koşayım, eğer kardeşinin düğümleri açılmasa, gel, kurşunu kafama sık, kaçmıyorum ya, ben de burdayım, sen de… Ben bir gün fazla yaşasam, senin kardeşin de böylesine büyük bir beladan kurtulacak.”

O konuştukça Kara’nın kalbinde farklı duygular uyanıyordu. Belki gerçekten de bu işi yapabilecek tek kişi bu efsuncuydu. Peki, nasıl olacak? Bunu öldürsem, kardeşim de ömür boyu bağlı kalabilir. Bu iş bir duyulursa el alem bize ne der? Anam, ağabeyim el içinde başı önde gezecek, rezil rüsva olacaklar. Acaba bu üçkâğıtçıya bir gün mühlet versem mi? Bu bir gün daha yaşasa dünyanın sonu değil ya?” diye düşünen Kara, sonunda kararını verdi:

“Tamam,”dedi, “Yarın bu saatlerde geleceğim, kaçmayı, saklanmayı aklına dahi getirmeyesin. Yerin dibine de geçsen bulurum seni, o zaman da azap çekerek ölürsün. Eğer kaçarsan, kardeşim açılmış olsa da yaşayacağına garanti veremem. Ben sözümün eri bir adamım, o nedenle bu gece uyuma, sabaha kadar Allah’a dua et ki, kalbime merhamet salsın.”

Efsuncu yılanın ağzından kurtulan kurbağa gibi ağzını açıp açıp kapatıyor, fersiz gözleri gitgide canlanıyordu. Kara,  sözünü bitirir bitirmez ayağa kalkıp bahçeye doğru yürüdü, bahçe kapısından dışarı çıkacekken, ardından efsuncunun çağırdığını duydu. Efsuncu ortalarda görünmüyordu ancak Kara, balkon diğeğinin yanından, kendisine doğrulan çiftenin namlusunu gördü. Efsuncu cesaretle bağırıyordu:

“Ne oldu? Öldürebildin mi? Cehennem ol, çık git buradan! Bir daha da gelme, gelecek olursan, it gibi gebertirim seni! Tepene iki tane domuz kurşunu sıkıp yere sererim! Leşini de, kargalar gözlerini oysun diye gömmem, kurda kuşa yem ederim seni, defol!!”

Kara  acı acı gülümsedi, “demek öyle,” diye söylendi. Efsuncu eline tüfeği almış, onu açıkça tehdit ediyordu. Bahçenin orta yerindeydi, muhkem yerde siperlenmiş eli tüfekli bir adamın üstüne gitmek çok tehlikeliydi ancak ona da boşuna Kara dememişlerdi. Hiçbir zaman ölümden, silahtan korkup, kimsenin önünden kaçmamıştı. Onun gözünü korkutmak, yıldırmak zor işti, bile bile ölüme gider ancak asla kaçmazdı. Birden geriye döndü ve döner dönmez de tabancasına davranıp sesin geldiği tarafa doğru ateş etmeye başladı, aynı anda da efsuncunun bulunduğu yere doğru koşmaya başladı. Efsuncu asla böyle bir şey beklemiyordu, kendini kaybetti, o da tüfeğiyle ateş etti ancak korku ve telaşla ateş ettiğinden isabet ettiremedi. Tüfeği yeniden doldurmaya kalksa geç kalabilirdi, kaçıp başına gelen bu amansız beladan kurtulmak en iyisi, diye düşündü çünkü karşısındaki insan değildi, yüreğinde korkunun zerresi olmayan bir acayip varlıktı.

Kara evin balkonuna vardığında, orada kimseyi göremedi, odalara baktı, kimse yoktu, o anda köşedeki odanın bahçeye bakan penceresinin açık olduğunu fark etti. Efsuncu percereden bahçeye atlayıp kaçmıştı anlaşılan, Pencereden bakınca, ağaçların arasından aşağıdaki dereye doğru koşan efsuncuyu gördü. Bu köpeğe yarına kadar mühlet vermiştim, kardeşim açılsa, belki de öldürmeyecektim, yaşamayı istemedi, kendisi bilir, diye düşündü.

Köye doğru dönerken boğuk, karışık sesler çıkaran araba onu daha da öfkelendirdi. Sanki at arabasıydı, arabaların alnındaki kara lekeydi bu külüstür. Köye yaklaştığında, son yokuşa tırmanan arabanın, yokuşu çıkamaması Kara’yı adeta delirtti. Araba adım adım ilerliyor, yokuşu karınca gibi tırmanıyordu. Daha fazla dayanamadı, çantasını alıp arabadan yere atladı ve yürümeye başladı. Öyle ki, arabanın geriye doğru kaçıp büyük bir gürültüyle uçuruma yuvarlanmasına dahi bakmadı.

Yorgun, üstü başı toz içinde eve vardı. Saçlarına, kipriklerine toz bulutu konmuştu sanki, gözleri, tozlu kirpiklerinin arasından öfkeyle parlıyordu. Gömleğini çıkarıp tozunu çırptı, belinden yukarısını soğuk suyla yıkadı. Yengesi peşkir ve yeni gömlek getirdi, Ağabeyi ancak Kara giyindikten sonra arabanın nerede kaldığını sorabildi:

“Araba nerede?”

“Uçurumun dibinde desem, üzülür müsün?”

“Allaha şükür, sana bir şey olmamış”? dedi, Ağabeyi, samimi yürekten konuşuyordu. Biraz da incinmişti. Kara Urusyet’e gittikten üç ay sonra bir adam bıçaklamış, onu hapse atmışlardı, bir arkadaşı telefon edip: “Eğer üç güne kadar bilmem ne kadar para bulup getirmezseniz, Kara yaşayan ölü olacak, daha kurtarmak mümkün değil,” demişti. O zaman evdeki malı davarı, halıyı kilimi hatta karısının altınlarını da pazara çıkarmış, öldü fiyatına, ne verdilerse satıp savmış, doğruca Rostov’a gidip Kara’yı kurtarmıştı. Bir günde varını yoğunu satmış, Kara’yı kurtarmak için gözünü kırpmadan harcamıştı, evdeki hiç kimse de buna ses çıkarmamış, ‘öf’ bile dememişti. Bunu Kara da iyi bilyordu ama ağabeyine, arabanın uçurumun dibinde olduğunu, tuhaf bir şekilde söylemesi onu üzmüştü.

    O günden sonra iki üç yıl yoksulluk içinde yaşamışlardı, yavan ekmek yemişler, katık bulamamışlardı. Sonra akrabaları yardım etmiş, Kara Rostov’dan para göndermişti, mal davar alıp çoğaltmışlar, halı kilim de dokutmuşlardı, sadece karısının altınlarını alamamıştı, karısı da bu konuyu hiç ağzına almamış, altınsız akçesiz olduğunu belli etmemişti. Anası, büyük oğlunu bundan dolayı sürekli kınıyordu: “İnekten, koyundan bir ikisini sat, geline altın al, el içine çıkıyor, düğüne, yasa gidiyor, o benim gelinim,” diyordu. O da anasını baştan savıyor, ha bu gün, ha yarın diye oyalıyordu. O günlerde Kara, köye gelmişti, bir gece kalıp sabah giderken de anasından izin isteyip yengesini de birlikte şehre götürmüş, istediği altınları, elbiseleri alıp köye göndermişti. Aslında bu arabayı da Kara’nın gönderdiği parayla almışlardı. Kara, ağabeyine inek alması için para göndermiş, ağabeyi de inek yerine bu arabayı almıştı. Bütün bunlar büyük oğlanı kederlendirmişti. Şunun yaptığı işe bak, efsuncuyu ahiretlik eyledi, arabayı uçuruma yuvarladı, yetmezmiş gibi kardeşimiz de açılmadı, diye geçirdi içinden.

Kara sordu:

“Bu arabanın yenisi kaç dolar?”

“En fazla beş altı bin dolar.”

Kara çantasını önüne çekip masanın üstüne on bin dolar koydu ve:

“Gidip yenisini alırsın,” dedi. Ağabeyi itiraz ediyor, parayı almak istemiyordu. Kara ise bakışlarını bir noktaya dikmişti, ağabeyine bakmıyordu bile. O bir söz söyledi mi, daha onun üstüne konuşmazdı. Parayı vermişse mesele de bitmiş olmalıydı. Asla o konuya dönmezdi.

Ağabeyi mevzuyu değiştirip sordu:

“Peki, şimdi ne olacak?”

Kara soruyla karşılık verdi:

“Kim?”

“Kardeşimiz, bağlı mı kalacak?”

Kara uykudan uyanmış gibi dalgınca sordu:

“Nerede o?”

  Ağabeyi ikinci katta olduğunu söyleyip yukarıyı gösterdi. Kara birdenbire yukarıya doğru koştu, basamakları üçer üçer çıkarak bir çırpıda üst kata vardı. Damat balkondaki divanda oturmuştu, bakışlarından ateş saçılan Kara’yı görünce korkuyla ayağa fırladı. Kara, öz kardeşinin yüzüne bakıp bu çocuk, bu aileye nereden geldi, sanki bu evin oğlu değil. Bizim sülalede bundan başka böyle pısırık bir oğlan daha yok, bu kime çekmiş? Bunun damarlarında akan kan, atalarının kanı değil mi, diye kendi kendine söylendi ve birden eliyle gelinin odasını gösterip hiddetle sordu:

“Niye girmiyorsun?!”

“Korkuyorum.”  Oğlan tir tir titriyordu.

Kara:

“Neden korkuyorsun?!” diye, korkunç bir sesle bağırdı, kardeşi olsa da karşısında, korkudan tit titreyen bir adam görmeye tahammül edemiyordu.

Kardeşi korkudan konuşamıyor, kekeliyerek cevap veriyordu:

“Ko…korkuyorum,”

 “Ay salak! Erkek adam avrattan korkar mı? Şimdi, içeri gireceksin, yoksa beynini dağıtırım!”  dedi ve tabancasını çıkarıp nişan almadan iki el ateş etti, kurşunlar kardeşinin saçını yalayıp geçti ve duvara saplanıp duvarın sıvasını döktü. Damat ne yapacağını şaşırdı ve kendinden geçmiş bir halde gelinin odasına daldı, sanki oğlanı yel götürmüştü. Kara, derin bir oh çekip rahatladı, iyi ki bu alçağı öldürmedim, bunlar iş çıkarıyorlar, her akşam damadı gelinin odasına iteliyorlar, o da ayağını direyip içeri girmiyor, bu iş öyle olur mu? Başının üstünden kurşunlar vızır vızır geçince itelemeye bile gerek kalmadı, uçarak girdi içeri, diye söylendi.

Kara aşağı inerken ağabeyi de telaşlı bir şekilde basamaklardan yukarı çıkıyordu. Namlusundan hala barut dumanı çıkan tabancasını beline sokan Kara’ya korkulu gözlerle bakan ağabeyinin gözleri iri iri açılmıştı.

“Öldürdün mü?” diye telaşla sordu.

Kara alaycı bir şekilde gülerek cevap verdi:

“Yok, açtım!”

“Tabancayla mı?”

“Mesele düğümün açılması değil mi? Ne ile açtımsa, açtım, fark eder mi?

Meselenin tatlılıkla hallolduğunu öğrenen ağabeyi çok sevindi. Küçük kardeşinin öldüğüne acımıyor, köye rezil olmaktan korkuyordu. Çünkü “Kardeşi taa Urusyet’ten geldi, düğününü yaptı, sonra da gelinin odasına giremediği için, işi beceremediği için vurdu,” derlerdi. Alınlarına çalınan bu kara leke ölene kadar silinmezdi.

Damadın en sonunda gelinin odasına girdiğini öğrenen anaları, el açmış Allah’a yalvarıyor, dua ediyor: “Yeter ki oğlanın düğümleri açılsın, işi bitirsin, adağım var, kurban kesip etini fakir fukaraya paylayacağım,” diyordu.

Kara anasına doğru dönüp aniden sordu:

“Ana, sen bunu nerden aldın!?”

“Kimi?” diye karşılık verdi anası. Kara Rusça, anasının anlayamayacağı bir soru sorsa da kadın onun neden bahsettiğini kavramıştı.

“Onu diyorum ana, damadı!”

Anası başını salladı:

“Dayısına çekmiş, dayısı böyle beceriksiz, pısırıktı.”

“Nerden geldiği belli oldu!” dedi ağabeyi, güldü, “dayımı da tam bir ay gelinin odasına itelemişler, tam bir ay direnip gelinin yanına varamamış. O zamanlar hısımlık, akrabalık varmış, bütün akrabalar gelip sıra ile yardım ediyorlarmış, kimse bizim gibi böyle perişan olmuyormuş…”

Bahçede büyük kardeşin çocukları konuşuyorlardı, yeğenlerden biri amcasını övüyordu:

“Gördün mü nasıl sıkıyordu? Part! Part! Ben de büyüyünce amcam gibi olacağam!”

“Allah göstermesin! Allah göstermesin!” az ötede çamaşır yıkayan anneleri korkuyla seslenmişti, hem de öyle yüksek sesle söylemişti ki, Kara da duydu ve:

“Gelin, çocukların bana benzemesini istemiyor musun?” diye sordu.

Gelin kararlılıkla cevap verdi.

“İstemiyorum.”

“Niye? Benim neyim eksik?”

“Sizin merhametiniz, insafınız yok.”

Ağabeyi kora basmıştı sanki:

“Ay itoğlu it,” dedi, “bununla konuşanların nutku tutuluyor, tir tir titriyorlar, duymadın mı? Sen kime meydan okuyorsun? Şimdi kafana iki kurşun sıksa yüreğimin yanacağını mı sanıyorsun, madem çocuğun amcasına benzemesini istemiyorsun, senin ölmen de evladır, hak ettin bunu, şimdi gebertecek seni!”

Ağabeyinin beklediğinin aksine, Kara tabancasını çekmek yerine gelini övdü:

“Bizim ocağa layık bir gelinsin! Her zaman böyle ol. Karşındaki kim olursa olsun, sözünü hiç çekinmeden, adamın gözlerinin içine bakarak söyle.”

Ağabeyinini üstünden koca bir dağ kalkmıştı sanki rahatladı, bu tehlikenin de böylece ucuz savuşturulması, her şeyin güzellikle sonuçlanmasına seviniyordu lakin karısına da çok sinirlenmişti:

“Ne yapalım, madem Kara öldürmedi, ben öldürürüm. Merhametin, insafın ne demek olduğunu gösreririm sana, hem de çok güzel gösteririm. Buna da boşuna Kara demişler! Hele konuştuğu söze bak, avrat milletini başımıza çıkaracak. Ne olacak, bir gün gelir bu sözlerin ya gözüme değer, ya da alnımın ortasına, ben de senin tam alnının ortasına yapıştırırım sopayı, o kadar! Daha ağzını açıp bir söz söyleyemezsin!”

   Öğleye doğru Kara’nın arkadaşları son model arabaları ile köye geldiler. Tozlu köy yolu şimdiye kadar böyle tumturaklı bir şeye şahit olmamıştı, birbirinden güzel, gıcır gıcır arabalar arkalarından toz bulutu kaldırarak geliyorlardı. Bu arabaları seyreden köylülerin ağzı açık kalmıştı: “Vay be! Kara’nın itibarına, şanına, şöhretine bak!” diyorlardı. Köylüler böyle arabaları ilk kez görüyorlardı. Arabalardan son moda elbiseler giymiş, bakışlarından gaddarlık  yağan adamlar iniyor, Kara’yı hürmetle selamlayıp, elini iki elleriyle tutarak tokalaşıyorlardı. Ağabeyi ise böyle misafirleri geldiği için övünüyor; “vay köpegoğulları avrat gibi altın içinde kaybolmuşlar” diye geçiriyordu içinden ve gelenlerin boyunlarındaki, kollarındaki altın kolyeler, altın künyeleri gördükçe kendisine bakıp mahcubiyet duyuyordu.  

Bahçedeki ağaçların gölgesine masa kurup sofra donattılar, gelinler tandırı yakıp sacı koydular ve yufka ekmek, içli çörek yapmak ve tandırda piliç kızartmak için hazırlığa başladılar. Kara’nın ağabeyi ağıldaki koçu dışarı çıkarıp kesmeye götürürken Kara onun yanına geldi.

     “Ne yapıyorsun?” diye sordu, öyle bir sordu ki, sanki onun ne yapmak istediğini bilmiyordu.

      “Keseceğim da! Yani bu hayvanın boğazını koparacağım, kardeşime bak, konuşacak söz bulamıyor. Koçu yere yıktımsa, demek ki kesmek istiyorum, başka ne yapabilirim?”

Kara onu şaşırtmaya devam ediyordu:

“Sen geç, otur.”

“İyi de koçu kim kesecek?”

“Bir adam çağır, parasını ver, koçu kessin, etini de pişirsin,” dedi Kara, cebinden yüz dolar çıkarıp verdi. Ağabeyi parayı aldı, onunla tartışmanın bir anlamı yoktu, nasıl istiyorsa öyle olsun, belki böylesi daha iyi, otur masaya, eti pişirip getirsinler, sen de keyfine bak, diye düşündü. Hemen komşunun genç oğlunu çağırdı, düğün kebabını da o pişirmişti, ne yapması gerektiğini bir bir anlattı, kömürün, mangalın nerde olduğunu gösterdi ve geçip misafirlerin yanına oturdu. Misafirler Kara’ya büyük saygı duyuyorlardı, Kara konuşunca hepsi susuyor, ona korkarak, çekinerek bakıyorlardı. Kara ise temkinli davranıyor, ağabeyini ağırlıyor, hürmetin ağabeyine olması gerektiğini her fırsatta hissettiriyordu. Ağabeyinin tabağına kebap koyuyor, kızarmış pilici ağabeyi için bölüp servis ediyor, ağabeyi kadehine dokunmadan, o kendi kadehine el sürmüyor,  konuşurken bile ondan izin alıyordu. Misafirler de mecliste asıl kime saygı gösterilmesi gerektiğini anlamış, Kara’nın ağabeyine karşı hürmette kusur etmiyorlar; ona yaranmaya çalışıyorlardı. Kara’nın arkadaşları ne iş yapardı ki, soygucu, katildi hepsi de, bu baş kesenlerin ona kulluk edip saygı göstermesi ağabeyine keyif veriyordu. Misafirler gibi Kara’ya ihtiram etmiyor hatta sözünü de kesiyordu, arada bir de kardeşine tavsiyelerde bulunuyordu. Garip olanı ise, Kara asla sinirlenmiyor, ağabeyinin böyle davranmakta haklı olduğunu kabul ediyor ve bu durumdan ağabeyinin keyfi istediğince yararlanmasına darılmıyor, aksine, onun bu davranışlarına zemin hazırlıyordu.

 Misafirler giderken, diğerlerine göre en yaşlı olanı Kara’yı kenara çekip sordu:

“Brat[5], bir meseleniz olduğunu duyduk, bize düşen bir şey var mı?”

Kara, kısa kesti:

“Bir mesele vardı, gereğini yaptım, halloldu.”

Ağabeyi kebap pişiren oğlanı da yola salmak istedi ancak bir şişe votka içen oğlan gitmek istemiyor, bu civarda herkesin adını saygıyla andığı Kara’yla oturup içmek istiyordu. Onun hayasızlığı Kara’nın ağabeyini cin atına bindirdi, oğlanı bahçeye, ağaçların arasına götürdü, kıçına iki üç tepik yapıştırdı. Oğlan ancak ondan sonra çekip gitti. Oğlana, yüz dolar şöyle dursun, beş kuruş dahi koklatmadı. İyi ki devermemişti, yüz doları da verse, oğlan yapışıp burda kalacaktı.

 “Kebapçıyı gönderdin mi?” diye sordu Kara. Her zaman, önemsiz bir şey soruyormuş, önemsiz bir mevzudan söz açıyormuş gibi sorardı.

 “Evet, yola saldım” dedi ağabeyi.

 “Parasını da vermen gerekirdi” dedi Kara, kardeşini kınayan bir ses tonuyla söyledi bunu.

Ağabeyi birden şaşırdı, Kara onun parayı vermediğini nerden anlamış, nasıl da hissetmişti? Yüzü kıpkırmızı oldu, kendisinden kaç yaş küçük olan kardeşinin karşısında fena halde utanmış, yüzünü ter basmıştı. Sanki hırsızlık yaparken suçüstü yakalanmış, onun bir hırsız olduğunu ifşa etmişlerdi, üstelik onu ifşa eden de küçük kardeşiydi. Ne yapacağını bilmiyordu, sıkıntılıydı. Keşke bu deyyusu çocukken daha fazla dövseydim, daha çok vursaydım. Keşke o günler geri gelse, alsam elime budaklı karagile çubuğunu, bunun derisi kabarıp su toplayıncaya kadar vursaydım ama artık iş işten geçti, köprünün altından nice sular aktı, şimdi Kara’ya el kaldırmak mümkün mü? Parası çok geliyor bunun, harcayacak yer bulamıyor, kebap pişirdi diye oğlanın eline yüz doları vermemi istiyor. Daha dünkü çocuk, yüz doları ne yapacak? diye düşündü. Yüz doları kendisi alamazdı artık, Kara, onun oğlana parayı vermediğini biliyordu, parayı tekrar Kara’ya verse, o da olmazdı, nihayet ezile büzüle sordu:

“Vereyim mi?”  

“Vermek lazımdır” dedi Kara, asla işin nasıl yapılması gerektiğini söylemezdi ve ekledi: “Nasıl vereceğini kendin belirle ancak yapacağın iş Kara’nın kanunlarına uygun olsun”

Ağabeyi çekinerek:

“Bir iki gün sonra versek ne olur?” dedi, ancak öfkesini yenemiyordu: “Sonra versek, herhalde bağrı çatlamaz! Ölmez de…”

“Doğru, ölmez, ancak oğlanın parasını verseydin, kimse senin elinden tutup mani olmazdı.”

Ağabeyi cevap vermedi, ne diyebilirdi ki. Düğünden kalan biralardan beş altı tanesini getirip masanın üstüne dizdi ancak Kara, nohut hediği olmadan bira içmek istemiyordu. Bunu duyar duymaz:

“Bekle, anında hallederim, pazardan bir tencere almıştım. Satıcının dediğine göre nohutu yarım saate lokum gibi ediyor. Güzel tenceredir, dışarıya zerre kadar hava kaçırmıyor. Özetle teknolojinin son harikası” dedi ve gidip tencereyi getirdi, içine nohut koyup biraz da su ilave ettikten sonra kapağını kapatıp bahçedeki ocağın üstüne bıraktı. Kara, teknolojinin bu son harikasına şüphe ile bakıyor, yüzünden, ağabeyinin dediklerine inanmadığı anlaşılıyordu ancak hiçbir şey söylemiyor, susmayı tercih ediyordu. Onun huyu idi içindekini söylemez, işin sonucunu beklerdi. Aksilik bu ya, işler de hep onun şüphelendiği gibi sonuçlanırdı. Ağabeyi ise bu tencerenin ne kadar marifetli olduğuna gönülden inanıyordu, çünkü tencereyi satın alırken, satıcı bir saat malını övmüştü üstelik satarken test etmiş, sığır etini normal sürenin yarısında kaynatmıştı.

Birkaç dakika geçmişti ki, Kara kendine has kaygısızlıkla:

“Patlayacak,” dedi.

“Ne patlayacak?” dedi ağabeyi, heyacanlandı, Kara’nın boş laf söylemediğini bilirdi. Patlayacak dediyse tedbirli olmakta fayda var, bu deyyus böyle işlerde uzmandır, tetikte olmak lazım, bir de baktın, ne ise patlar, başımızı gövdemizden ayırır, diye geçirdi içinden.

  “Tencere patlayacak, sen ona teknolojinin son harikası da diyorsun. Yani teknolojinin son eseri…”

  “Eh, seninki de laf olsun!” Ağabeyinin endişesi dağılmıştı, hele şunun söylediğine bak, beyin yok bunda, tencere niye patlasın, içine barut mu koydular ki patlasın, diye geçirdi içinden.

  “Patlayacak,” Kara sanki kendi kendine konuşuyordu, yüzünde belirgin bir ifade yoktu, hissiz, duygusuzdu, ağabeyi ise Kara’nın ne söylediğinin farkında olmadığını düşünüyordu. Madem tencere patlayacaksa, Kara niye ocağın beş altı metre ötesinde, sakin sakin oturuyordu.    

Önce bir fısıltı duyuldu ardından tencere havaya fırladı, kulakları sağır eden patlama sesiyle ağabeyi kendisini yere attı, yüzükoyun çimenlerin üzerine uzandı, başının üstünden tencerenin parçaları uçuşuyordu. Bu parçacıklar masanın üstündeki bira şişelerine  çarptı, kırılan şişelerin şıngırtısı insanı ürpertiyordu. Bahçeye sükut çökünce ağabeyi korka korka başını yukarı kaldırıp etrafa baktı. Ne tencere, ne de ocak vardı, ocağın yerinde yeller esiyordu. Az önceki patlama, ocağın külünü de göle savurmuştu. Üstüne başına nohutlar serpilmişti, nohutlar yumşacıktı, pişmiş, hamur gibi olmuştu, tencere, satıcının dediği gibiydi ama bu soyka niye patlamıştı? Kara masada oturduğu gibi oturuyordu, hiç istifini bozmamıştı, sanki olanlar başka bir yerde olmuştu, onu ilgilendirmiyordu. Lanet şeytana, belki de tencerenin parçaları karnına, başına çarpmıştı. Ayağa kalkıp Kara’nın yanına geldi, Kara’ya hiçbir şey olmamıştı, sapasağlamdı üstelik alaycı bir ifade ile gülümsüyordu. Karaya bir şey olmadığını görünce sevindi ve söylenmeye başladı:

“Biliyorsun ki tencere patlayacak, niye konserdeymiş gibi oturuyorsun? Doğru dürüst söylesene, kaç, canını kurtar, yere yat, yoksa tencerenin parçaları kafanı koparacak desene!” Sonra mahçup bir ifadeyle ekledi: “Bira getireyim mi, içerde bira var?”

“Sen hâlâ bira içmek hevesinde misin?” dedi, Kara dudakları gerildi, o nadiren gülerdi ama tencerenin patlaması onu hayli neşelendirmişti.

   “Ben senin için söyledim…”

   “Belki içmek isterdim ancak senin bu kez teknolojinin hangi harikasını getirip ocağın üstüne koyacağını bilmiyorum. Teknoloji harikaları patlıyor, bence günde bir patlama yeter.”

    Ağabeyi başka söz söylemedi, Kara haklıydı, iyi ki misafirlerden biri nohut ile bira içmek istememişti, yoksa şimdiye kadar bahçe ceset ile dolmuştu. Ağabeyi çalışmayı seven biriydi, boş kalmaktan hoşlanmıyordu, tırmığı, yabayı alıp ot tayasının yerini temizlemeye gitti. Otların biçilme zamanı gelmişti, biçilecek otların yerini hazırlamak lazımdı. Tayanın yerinde geçen yıldan kalan otlar, saplar çürümüş, tayanın yeri adam boyu kangal dikeni olmuştu. Tayanın yerini temizlemeye başladı, Kara da yardıma geldi, can başla çalışıyordu, tayanın yerini temzlediler, otu, çöpü kenara attılar ve su tutup yeri berkiştirdiler. Yenice çiçeklemiş yaban yoncalarının üzerine oturup dinlenirlerken, Kara:

“Beni burda dövmüştün” dedi.

Ağabeyi yutkundu, nedense hatırlayamadı, sordu:

“Niye dövmüüştüm?”

“Komşunun köpeğini kırkmıştım.”

Ağabeyi o günü hatırladı. Komşularının bir köpeği vardı, ellerinde değnek olan adamlar bile o köpeğe yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı. Köpek çok vahşiydi, köpekten çok kurda benziyordu. Kara o köpeği yakalamış, ot tayasının dibine yıkmış, ayaklarını ve ağzını bağlayıb tüylerini kırkmıştı…

   “Evet, dövmüştüm! Sen ne yapmıştın? Tutup da köpek kırkan deyyus nerde görülmüş? Köpek tüyü senin neyine gerekti? Kırkıp da ne yapacaktın? Komşu ile de aramız açılmıştı senin yüzünden, adam öfkesini yenemeyip, köpeğini tüfekle vurmuş, zavallı hayvanı öldürmüştü.”

“Sen de beni döve döve öldümüştün!”

Lanet şeytana, bu hiçbir şeyi unutmamış. Demin ne güzel ona yardım ediyordu, şimdi ise tekrar yediği dayakları hatırlamaya başlamıştı. Kara elbette hata yapıyordu ancak çocuğu da öyle dövmek gerekmezdi ki. Öyle zamanlarda Kara’yı ot tayasının dibine yıkıp var gücüyle vurur, asla acımazdı. Karısı haklıydı, bu dili çürüyesi gelin doğru söylüyordu. Bu ailenin fertlerinde merhamet, insaf yoktu.

“Evet, dövmüştüm,” dedi, içi yanarak devam etti: “Peki sen ne yapmıştın? Ciğerimi yakmıştın! Hemde ateş gibi yakmıştın, yakıp köz eylemiştin. Ben de seni yakmasaydım bağrım çatlardı. Hele şuna bak, gölün sahilinde nasıl dövüldüğünü de hatırlıyor musun? Kazın diri diri tüylerini yolup, yüzebilecek mi diye göle bıraktığını…?

  Karanın sesi epey uzaktan geldi o an:

“Unutmadım, kaz da yüzmüştü.”

Kara’nın sesiyle sanki uykudan uyandı, Lanet şeytana, delinin aklına taş düşürüyordu. Oturmuş kime, neden bahsediyordu. Hem kardeşini çocukken dövüp azap çektirmiş, hem de bunları ona hatırlatıyordu. Ayağa kalktılar, beli, yabayı, tırmığı alıp ağıla koydular. Ağabeyi, dayanamadı, oracıkta da sordu:

   “Seni burada da dövmüş müydüm?”

   “Dövmüştün,”

Ağabeyi, Kara’nın, ağılda beni dövmedin demesini bekliyordu ama yanılmıştı, demek orada da dövmüştü.

   “Niye dövmüştüm?”

   “Dananın buynuzunu testereyle kesmiştim.”

   “Kara, bütün bunlardan sonra seni öldürmemişsem, demek alnıma kardeş katili olmak yazılmamış!” dedi ağabeyi, ama gereksiz sözler sarf edip kabuk bağlamış yaraları kanattığının da farkındaydı.

   “Alnına yazılsa da ölmezdim,” dedi Kara, sakince itiraz etti ve ekledi: “Benim canım berk idi.”

    Anaları bahçeden onlara seslendi, sevinçten kadının gözleri parlıyordu, damadın bütün düğümleri açılmıştı. Anası  yine de Kara’yı övüyordu:

“Kurban olayın sana, sonunda işi yoluna koydun, Ağabeyine kalsaydı, kara günlere kalacaktık, aleme rezil rüsva olacaktık. İyi ki sen varsın! Alla yokluğunu göstermesin!”

    Akşamüstüydü, gün batarken bahçeye oturmuşlardı. Kara süt içiyordu, ağabeyi ise çay içiyor, derin derin düşünerek kızaran ufuklara bakıyordu. Hava bulutsuzdu, ertesi gün sıcak olacaktı, havalar da gittikçe ısınıyordu, otlar vaktinden önce yetişecekti ki, kökleri sertleşmeden, kartlaşmadan biçip yığmak lazımdı ancak o yalnızdı, yardım edeni yoktu, Kara’ya söylese, şüphesiz birkaç gün daha kalır, yardım ederdi ama o bunu istemiyor, söylersem hatırımı kıramaz, en iyisi çekip gitsin, işine gücüne baksın diye düşünüyordu.

  Birden bahçe çitinin dibini eşeleyen horoz ötmeye başladı. Kara sertçe geriye döndü. Ötenin hangi horoz olduğunu görür görmez, parmağını o horoza doğrulttu:

“Bunu kes!” dedi.

Ağabeyi, Kara, ‘danayı kes’ dese, terddütsüz keserdi ama Kara’nın o horuzun kesilmesini istemesinin nedeninin horoz eti yemek olmadığını da biliyordu. Bu horoz Kara’nın kanunlarına göre kesilecekti ve ağabeyi de bu kanunun ne olduğunu, horozun neden kesilmesi gerektiğini öğrenmek istiyordu, bu yüzden de sordu:

“Niye keseyim.”

“Batan güneşin ardından ötüyor. Horoz dediğin doğan güneşi selamlamalıdır, batan güneşi değil!” dedi Kara, genellikle fazla konuşmayan Kara, horozun niçin kesilmesi gerektiğini kısaca izah etti.

   Onların konuşmasını dinleyen anaları yine Kara’yı övmeye başladı:

“Kurban olayım senin aklına! Kaç yıldır Urusyet’te, gavurların içinde yaşıyor, adetlerimizi de biliyor, hiçbir şeyi unutmamış.” Büyük oğlanı gösterip devam etti: “Bu ise burdadır, bütün gün horozun sesini duyuyor ancak bildiği bir şey yok.”

  Bu bir kuraldı evde, Kara taltif edilir, övülür, ağabeyi ise hep kötülenirdi. Evin en büyük oğlu sinirlenmişti:

“Kardeşim,  bu horozdur, yani kuş, senin kuşla ne işin var? Canı ne zaman isterse o zaman öter. Ötmek için senden izin mi alacak hayvan?” dedi ama  horozu da, Kara’nın gözü önünde kesmek için kalktı.  Kestiğimi görsün, içinde şüphe kalmasın, yoksa kestin mi diye sorup durur, derhal kesmek lazım diye düşündü. Horozu kesip gelinlere verdi ve onlara:

“Yoldan çıkan horozdur, kanuna aykırı öttü, cezasını da buldu. Tandırda kızartın, akşama hazır olsun. Bak, bu kanun güzeldir, ülkedeki bütün vakitsiz ötenler, bunun cezasının ne olduğunu bilseler, bundan imtina ederler, bir daha vakitsiz ötmezler…”

Çehresini yıkmış halde onu dinleyen Kara:

“Bu horozu biz yiyemeyiz, komşulara vereceksiniz,” dedi.

    Ağabeyi hayretle seslendi:

“Vaay! Nasıl yani? Niye biz yiyemiyoruz? Karnımızı mı yırtar? Sizin işiniz olmasın bu horozla, ben yiyeceğim! Zahmet çekip yiyeceğim! Koy ne olacaksa bana olsun!”

Anası:

“Sana olmaz denildi! Sözden anlamıyor musun?” dedi, horozu bir tepsiye koyup Gülsenem karıya vermesi için torununun eline verdi.

Kara’nın ağabeyi:

“Böyle de iş olur mu? Horozu kes, götür komşuya ver! De ki: Buyur komşu, biz yiyemedik, sen ye! Biz niçin yiyemiyoruz? Akşamüstü öttüğü için. Komşu afiyetle yiyecek, elbette yiyecek. Niye yemesin, bizim gibi aklını yitirmedi ki,” diye sızlandı.

  Kara’nın anası  artık bambaşka bir kadındı, başını önüne eğip düşünceli düşünceli dolanan, yalvaran gözleriyle derdine çare arayan, dizlerini döverek ah çeken dünkü kadından eser yoktu. Bahçede kuş gibi sekiyor, akşama hazırlık yapıyordu. Kadın boş duramıyordu, bir iş ile uğraşmadan edemiyordu. Damadın arkasından atmayı da ihmal etmiyordu:

“Girdi odaya, çıkmak bilmiyor, ağabeyim Urusiyet’ten geldi, yarın, öbür gün çıkıp gidecek, varıp onunla biraz oturayım, sohbet edeyim, diye düşünmüyor. Ben şimdi ne yapayım, mollanın yanına adam göndereyim ki, bunun odadan çıkması için bir muska yazsın.”

Büyük oğlu anasına seslendi:

“Ay ana, başka işin yok mu? Onun odadan çıkması sana çok mu lazım? Odadan çıkıp da yine bağlanırsa ne yapacaksın? Bir daha bağlanırsa, onu odaya sokmak için roketatar da kar etmez. İşimiz o mollaya kalırsa, onun duasının gücü çekirgeyi, sivrisineği kovmaya da yetmez, bizim oğlanı odadan çıkarmaya hiç yetmez. O mollanın tek bildiği şey, yanına varanlara tombalak aşırtmaktır.”

Kara’nın horozu kestirmesi ağabeyini çok kızdırmıştı. Oğlan horozla cedelleşiyor, diye düşünüyordu.  Köpek havlayınca kendisini tutamadı:

 “Bu nasıl Kara?”

 Kara hayretle sordu:

“Ne?”

 “Yani köpek vaktinde mi havlıyor, vakti şaşırmadı ya?”

 Kara’nın sesi tehdit ediciydi:

“Sen ne demek istiyorsun.”

“Hiçbir şey! Demek istiyorum ki, eğer köpek eksik ya da fazla havlarsa, kafasına bir kurşun sıkayım! Niye boş boş havlıyor? Biraz zahmet çeksin, kanunları öğrensin, bundan sonra kanuna göre havlasın. Yoksa istediği kadar havlasın, bunda bize göre bir şey yok, ancak bilsin ki, bizim bu işlerden çok iyi anlayan bir kardeşimiz var.”

Kara başka bir şey söylemedi, ancak oturduğu yerden kalktı, eve geçti. Ağabeyi; “Bak böyle işte, aldı payını, zahmet oldu ama bir daha tavuk horoz işine de karışmaz,” diye söyleniyordu ki, komşu köydeki efsuncunun, çitin arkasından işaret ettiğini gördü. Çoktan ölmüş sandığı adamı karşısında dipdiri görünce üşendi, ne istiyor, Kara bunu öldürmemiş miydi?” diye düşünerek çitin kenarına yaklaştı. Efsuncu başını çeperden yukarı kaldırmaya cesaret edemediğinden o, çitin altına eğilmek zorunda kaldı. Efsuncu fısıldayarak konuşuyordu:

“Sorma, başıma bela açtım! Elime bir kaz düştü, yolayım dedim, yoldum da. Sonradan öğrendim ki, başımı götürüp kaplanın ağzına sokmuşum, hem de gönüllü olarak. Seni öldürecek, etini kerpetenle koparacak, tırnaklarının arasına iğne sokacak…” diyorlar.

  Kara’nın ağabeyi, postu deldirmeden, canının kurtarmak isteyen bu dere tilkisine, zerre miktar acımıyordu. Efsuncu sağlam kayay çarptığından, can derdine düşmüştü. Hele şunun yaptığı işe bak, gör kimi kaz gibi yolma hevesine kapılmıştı…  

“Sen ne zannetmiştin?” dedi, Kara ve adamları, şişi kızdırıp adamın karnına sokuyorlar, kör bıçakla adamın kıçını kesiyorlar, üstelik adama, diri akrep yediriyorlar.”

 Efsuncu:

“Allah senin evini yıksın! Ben yardım et diye, gör kimin yanına gelmişim!” diye sitem dince, Kara’nın ağabeyi ona acıdı:

“Korkma, dedi, “Damadın düğümleri açıldı, seni öldürmez artık.”

 Efsuncu kendinde değildi, dili dolaşıyor, zor konuşuyordu:

“Onunla bir ilgisi yok, ben aklımı yitrmişim ki kalkıp kardeşine bir de silah çektim. Ben nerden bileyim? Yardım et, kurtar beni!”

“Ne yaptın!?” Kara’nın ağabeyi efsuncunun söylediklerine inanmadı önce. Sonra kızdı:

“Madem silah çektin, o zaman buraya niye gedin? Niye kaçıp derede, tepede saklanmıyorsun? Niye koyunun tuza geldiği gibi buraya geliyorsun? Ey kafasız adam, benim sana ne yardımım dokunur şimdi? Ben onu çocukken çok dövdüm, o yüzden benden yüreği yanık, ben, bu adama dokunma desem, tersini yapar…”

“Yardım et, ben yaşamak istiyorum.”

“Başımı ağrıtma, ona kalırsa, ben de çok şey istiyorum.”

Onların kouştuğunu gören ve neden bahsettiklerini öğrenen anası deliye döndü:

“Benim oğlum gelip kendi elinde, obasında adam mı öldürecek? Eli obayı bana düşman mı edecek? Yürüyün, gidelim, şimdi ben ona gösteririm!”

Anası yün çubuğunu eline almıştı, efsuncu da körpe çoçcuk gibi kadının eteğinden yapışmıştı. Onlar bu halde balkona çıkarlerken, büyük oğlan anasını bu fikrinden vazgeçirmeye çalışyordu:

“Ay ana, sen ne yapıyorsun? Onun beyni çoktan kurumuş, şimdi tabancasına davranacak, sen onu yün çubuğu ile mi korkutacaksın? Bana gücün yetiyor, artık ben yaşlanmışım, ne zaman incinsen, beni bir güzel dövüyorsun ama Kara farklıdır! Yapma, ona dokunmak bile tehlikelidir! Böylesine bir fiske bile vurulmaz! Gel, etme, eyleme!

Hiç, kime söylüyorsun, bu da Kara’nın anasıydı, söz dinler mi? Kara’nın yıllar önceki çocuk olduğuna hükmediyor; yün çubuğu ile vurdukça, Kara’nın da ellerini yanına salıp bekleyeceğini sanıyordu.

Yanına efsuncuyu da alan anası, balkona çıkar çıkmaz, ağzını açmaya fırsat vermeden, elindeki yün çubuğu ile  Kara’ya vurmaya başladı. Neresi denk gelirse vuruyordu. Garip olanı ise,  çoğunun adından bile korktuğu Kara, çubuğu anasının elinden almak şöyle dursun, anasına hiç direnmiyordu. Sadece kafasına, sırtına inen çubuktan korunmaya çalışıyor, yıllar önceki gibi sesini bile çıkarmıyordu. Kara böyleydi, ne kadar dayak yese de ağlamaz, gözünden bir damla yaş akıtmazdı. Üstelik gıkını da çıkarmazdı.

Anası bir yandan vuruyor, bir yandan bağırıyordu: “Demek sen adam öldürmeye geldin? Gelip ananın başını yüceltmek yerine, başını yere sokmak istiyorsun? Demek kan dökmek istiyorsun! Sütümü helal etmem sana!” Kadın öfkesini alamadı, büyük oğluna döndü: “Sen bunları bildiğin halde bana söylemedin, öyle mi?” deyip ona da vurdu. Çubuk onun dirseğine değdi, kolunu tutup acıdan dişini sıktı, inledi. İşi yapan Kara’ydı ancak anası yine onu da dövüyordu. Çocukken de böyleydi, Kara bir yaramazlık yapıp aradan sıvışır, yine dayağı o yerdi. Kara birdenbire, suçluluk duygusu içinde:

“Bağışla, ana! Bir hatadır oldu,” deyince anası el çekti, yün çubuğunu da alıp gitti. Büyük oğlan rahatladı, çocukluğundan beri o yün çubuğundan korkardı. Olanlarsa onu çok şaşırtmıştı. Öylece, ayaküstü donup kalmıştı, eli ayağı yerden de çekilmişti, gökten de… Kara! Anadilinde konuşmayı bile nerdeyse unutmuş olan bu adam, özür diledi, bağışlanmasını rica etti, üstüne üstlük bir de hata ettiğini söyledi, yalvardı.

Kara, efsuncudan aldığı parasını ağabeyine verdi, bu paraya inek almasını istedi. Efsuncuya da:

“Cehennem ol, git, seni benim elimden ancak bir kişi alabilirdi, o da aldı” dedi. Sonra diliyle dişinin arasında mırıldandı: “Hiçbir şey insanının canını bu yün çubuğu gibi yakmıyor.”

 Ağabeyi onun derdini tazeledi:

“Yakmak da söz mü!? Bu yün çubuğu adamı göyündürüyor, adamın ciğerinin başını köz gibi ediyor!”

Akşam yemeğinden sonra Kara, ertesi gün gitmek istediğini söyledi, burda artık bir işi kalmamıştı, Rostov’da ise onu bekleyenler vardı. Çıkarıp anasına para vermek isteyince, anası sinirlendi:

“Ağabeyine ver, dedi, “Aile reisi odur. Hem bu para pul verme işini kendi aranızda yapın, çoluk çocuğunu içinde değil!

Kara:

“Haklısın ana, dedi ve ağabeyini diğer odaya götürdü. Önce iki bin dolar verdi: “ Al bunu bir daha pazara; yağ, peynir, yumurta satmaya gitme…” dedi. Kaç yıl önce ağabeyinin söylediği sözlerı unutmamıştı anlaşılan. Bin dolar da inek alması için verdi. Sonra bin dolar daha verdi: “Ot biçme zamanı geliyor, yalnızsın,” dedi “kendini fazla zorlama, işçi tutarsın, ot az gelirse başkasından satın alırsın…”

Genellikle parayı ne amaçla verdiğini söylese de, asla ne alındığını sormazdı. Ağabeyi, Kara’nın işi gücü bitmiş, inek çiftliği kurmak istiyor sanki oysa inek de var, süt de… Kara Urusyet’ten geldiğinde, içmesi için elbette evde süt bulunacak, diye düşünerek odadan çıkarken, Kara arkasından seslenince ağabeyi geriye döndü:

“Ne var?”

“Kebabçının parasını da ver öyle olmaz!” Kara bunları Rusça söylüyor ve her bir sözü, ağabeyinin yüzüne tokat gibi iniyordıu. Ağabeyinin başından duman çıkıyordu adeta, kardeşi ona emir veriyordu. Neden böyle yapıyordu? Çünkü kebapçının parasının vermemişti, ne olmuş vermemişse, dünya mı yıkılmıştı. Hırsından dişi bağırsağının kesse de itiraz edemiyordu. Kebapçıyı çağırıp parayı verdi, oğlan bu paranın kendisine niçin verildiğini bile anlamadı ama parayı almaktan da geri durmadı. Yüz doları sorgusuz sualsiz verirsen, kim almaktan geri dururdu ki. Oğlan deli değildi, elbette, parayı alıp cebine indirecekti. Öyle de yaptı.

Gece yine aynı odada yattılar. Kara uyuyamıyor, yatakta dönüp duruyordu. Birdenbire kendi kendine konuşuyormuş gibi düşünceli bir halde:

“Artık yaşlanıyorsun” dedi, sesinde, Kara’dan umulmayan bir kaygı ve acıma vardı. “ Çok çile çektin, hatırlıyor musun, babamı hep sırtında gezdirirdin. Babam da hırslanır, seni değnekle döverdi.”

 Ağabeyi yutkunarak:

“Evet, hatırlıyorum” dedi.

“Artık senin ezilmene gönlümüz razı olmaz, İstediğin zaman bizi çağır, emret, seni sırtımızda gezdiririz, sen bunu hakediyorsun.”

Ağabeyinin boğazı düğümlendi, ağlamaklı oldu, kardeşinin onun çektiği acıların, eziyetlerin farkında olması ve kendisine minnet duyması onun gönlünü sızlattı. Geceleyin hiçbir tehlikenin olmayacağından emin olan ağabeyi, biraz sonra derin bir uykuya daldı ve sabahleyin erkenden duyduğu bir sesle uyandı. Kara pencerenin önüne oturmuş, ellerini havaya kaldırmış ve insanı titreten boğuk sesiyle dua ediyor: “Allahım, ailemi koru!” diyordu.

Ağabeyi Kara’ya bakıp derinden sarsıldı. Babası da sabahleyin erkenden uyanır, namazını kılar, tıpkı böylece, ellerini havaya kaldırıp yüzünü hakka tutar, dua ederdi, çocuklarına, komşularına, akrabalarına, sağlık, mutluluk, hoş bir ömür dilerdi. Kara duasının bitirdiğinde ağabeyinin sesi duyuldu:

“Amin!”


[1] Kara: Rusça ceza, cezalandıran anlamında, oğlanın lakabı…

[2] Urusyet: Halk dilinde Rusya.

[3] Mühür: Şii mezhebine göre Mekke, Medine, Kerbela, Meşhed gibi kutsal sayılan yerlerden getirilen toprak ile yapılan ve namaz kılarken secdeye varılacak yere konulan secde edildiğinde alın konulan küçük kil parcası, taş.

[4] A kişi: Yaşça kendinden büyükler için kullanılan hitap sözü.

[5] Brat: Rusça Kardeş.

Kırım'ın Sesi Gazetesi

27 Şubat 2015 Tarihinde hizmet bermege başlağan www.kiriminsesigazetesi.com maqsadı akkında açıklama yapqan Mustafa Sarıkamış İsmail Bey Gaspıralı’nıñ bu büyük mirasına sahip çıqmaq ve onun emellerini yaşatmaqtır. Qırımtatar Türkleriniñ ananevî, körenek, ürf, adet kibi yaşamlarında ne bar ise objektif şekilde Dünya cemiyetine taqdim etilmektir.

Pin It on Pinterest