GenelGüncelKültür SanatTürk Dünyası

1915 Ermeni tehciri Türk târihinin en doğru ve en haklı operasyonudur!

Bu konu yıllardan beri sürekli tek taraflı olarak konuşulur.

“Bir ülkenin güvenliği elbette önemlidir; bunu önemsiyoruz ama yine de tehcir olmamalıydı” diyenler, olayın vahametini idrak edememiş, tam olarak vâkıf olamamış kimselerdir.

Bir de bu durumu ideolojik olarak değerlendirenler var ki, bütün düşmanlıklarını sergilemekten kaçınmıyorlar.

Kim ne derse desin bu karar, o günün şartlarına göre  milletimizin bekâsı için yerinde bir karar olduğu muhakkaktır.

Tehciri gerektiren sürece baktığımızda olayların gelişimi şu şekilde cereyan etmişti.

Birinci Dünya Savaşına kadar Rus, İngiliz ve Fransız devletlerince baştan aşağı silahlandırılan Ermeniler, savaş başlar başlamaz vatandaşı olarak çok güzel bir hayat yaşadıkları Osmanlı Devletini arkadan vurmak için yine Rusya, İngiltere ve Fransa’nın desteğiyle harekete geçtiler.(Daha önce de yine aynı devletlerin kışkırtmasıyla 1894 Ekim’inde Siirt Sason’da 12 bin Ermeni ayaklanarak binlerce müslümanı şehit etmişken, yine dört gün, dört  gece olmak üzere 14-19.Nisan 1909 tarihleri arasında Adana ve çevresinde Türk evlerine girerek ırza, mala, cana saldırarak 1.850 Türk’ü şehit etmişler, saldırıyı planlayan Ermeni Piskopos Muşeg ise Mısır’a kaçmıştı.)

Ekmeğini yiyip, suyunu içtikleri devletlerine karşı ve yüzyıllardır birlikte komşuluk ilişkileri içerisinde iç içe yaşadıkları Müslüman Türklere karşı korkunç bir şekilde saldırmaya, yakıp yıkmaya, kadın-çocuk demeden hunharca öldürmeye başladılar.

Eşi benzeri görülmeyen bu saldırılar, işkenceler ve katliamlar dayanılmaz hâle gelmişti.

Bu arada Osmanlı Devleti, başta Çanakkale olmak üzere pek çok cephede ölüm kalım savaşı vermekteydi. Köyler, kasabalar ve şehirlerde eli silah tutan herkes Halifenin Cihad çağrısına uyarak cepheye koşmuştu.

Savunmasız kalan kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar Ermeni çeteleri tarafından kolay lokma olarak görülmüş, yaptıkları baskınlarla diri diri yakma dahil işkencenin her türlüsüyle katliam yapmaya başlamışlardı.

Bu katliamlar akıl almaz boyutlara ulaştığında ise devlet buna çare aramış ve nihayet olay çıkaran, devlete baş kaldıran, Müslümanları zâlimce öldüren Ermenilere karşı harekete geçme zamanının geldiğini gören Başkumandan Vekili Enver Paşa 27 Şubat 1915 tarihinde bütün Osmanlı Ordusuna gönderdiği ilk emir, Ermenilerin bir ihtilal hazırlığı içinde olduklarını birliklerdeki Ermeni askerlere silah verilmemesi, geri hizmetlerde görevlendirilmesi ve önlem alınması şeklinde olmuştur.

Buna rağmen, Osmanlı Devletini parçalayarak aralarında bölüşme kararı alan düşman saldırılarına eş zamanlı olarak Ermeniler saldırı dozunu artırmış, başta Bitlis, Muş, Erzurum, Van isyanları patlak vermiştir.

Olaylar bu şekilde cereyan ederken, 24 Nisan 1915 tarihinde Dahiliye Nâzırı (İçişleri Bakanı) Talat Paşa 14 vilayet 10 mutasarraflığa bir genelge göndererek “Hınçak, Taşnak ve benzeri Ermeni komitelerinin kapatılması, belgelerine el konulması, liderleri ve zararlı faaliyetleri bilinen Ermenilerin tutuklanması ve bunlardan bulundukları yerlerde kalmaları sakıncalı görülenlerin uygun yerlerde toplanmaları” talimatını vermiştir.

Gerekçe olarak ta, bunların faaliyetlerinin kökü dışarıda olduğunu ve düşman Rus kuvvetleriyle işbirliği içinde cephe gerisinde ayaklanmalar düzenleyerek arkadan vurduklarını belirtmiştir.

Talat Paşa bununla yetinmeyip, Enver Paşa’nın teşvikiyle aynı gün, 1 Haziran 1915 tarihinden, 8 Şubat 1916 tarihine kadar yürürlükte olacak bir de “Tehcir Yasası” genelgesi yayınlamıştır ki, bu yasa bazı Türk düşmanı Ermeni seviciler tarafından sözde “Ermeni soykırımı” olarak adlandırılmıştır.

Bu genelgelerden sonra İstanbul’da yaşayan 77.735 Ermeniden ihtilal hareketine iştirak eden Taşnak, Hınçak, Ramgavar örgütüne bağlı 235 kişi tutuklanmış, bu kişilerin evlerinde yapılan aramalarda, 749 tüfek, 3.591 tabanca ve 45.221 mermi ele geçirilmiştir.

Gözaltına alınanların dışında kalan Ermenilerin ise huzur ve rahat içinde işleriyle meşgul oldukları görülmüştür.

Yine bu genelge üzerinde durulması gereken bir konuda, Bitlis, Erzurum, Sivas, Adana ve Maraş gibi vilayetlerde Müslümanlar ile Ermeniler arasında karşılıklı çatışmaya asla meydan verilmemesi gerektiğidir.

26 Nisan 1915’te Başkumandanlık, aynı nitelikte bir genelgeyi Harbiye Nezâreti ile Ordu Komutanlıklarına göndermiş, mülkî âmirler tarafından talep edilecek her türlü yardımın derhal yerine getirilmesi istenmiştir.

İstanbul’da tutuklanan Ermeni tedhiş hereketiyle ilgili bâzı kimseler suçsuz olduklarını belirten af dilekçeleri vermişlerdir. Dâhiliye Nezâreti dilekçeleri inceleyerek 8 Mayıs 1915 tarihinde; Vahram Torkumyan, Agop Nargileciyan, Karabet Keropoyan, Zare Bardizbanyan, Pozant Keçiyan, Pervant Tolayan, Rafael Karagözyan, Vartabet Komidas’ın serbest bırakılmaları talimatı vermiştir.

Serbest bırakılan ilk gurupta yer alan Vartabet Komidas tehcir sırasında hayatını kaybettiği gerekçesiyle Paris’te anıtı dikilmiştir. Halbuki Çankırı’da 13 gün zorunlu ikâmete tâbi tutulan Komidas İstanbul’a döndükten sonra, tedavi amacıyla Viyana’ya gitmek için 30 Ağustos 1917’de dilekçe vermiş, aldığı izinle de 10 Eylül’de Viyana’ya gitmiş bir daha da dönmemiştir. Ama Komidas üzerinden Ermeni propagandası devam etmiştir.

Buna arada, Osmanlı Devletini parçalayarak aralarında bölüşme kararı alan düşman saldırılarına paralel olarak Ermeniler saldırı dozunu artırmış, başta Bitlis, Muş, Erzurum, Van isyanları patlak vermiştir.

Van’da yaşayan büyük İslâm Âlimi ve Allah (c.c.) dostu Seyyid Abdulhâkim Arvâsî Hazretleri (üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Şeyhi), ailesi ve sevenleri ile bu saldırılardan etkilenmiş ve binlerce Vanlı gibi ailesiyle birlikte önce Musul’a hicret etmiş, Türkmen bir ailenin konağında sekiz ay kaldıktan sonra Konya üzerinden İstanbul’a göçmüştür.

Başka bir Allah (c.c.) dostu olan Muhammed Diyâuddin Hazretleri ise medrese talebelerinden kurduğu müfreze ile cepheye koşmuş, Ermenilerle yapılan mücâdele sırasında da Karaağlı Köyündeki çarpışmalarda sağ kolunu kaybetmişti. Burada yaptığı başarılarından dolayı İslâm Halifesi ve Osmanlı Padişâhı Sultan Reşat tarafından kendisine bir takma kol ve madalya verilmişti.

O dönemde kânun gereği medrese talebeleri, kişi başına bir askerin gıda ihtiyacını karşıladığı zaman cepheden muaf tutuluyordu.

Muhammed Diyauddin Hazretleri öğrenciler için fazlasıyla gıda yardımında bulunmuştu. Kendisine “Efendim siz üzerinize düşeni yaptınız, cephede olmasanız da olur” diyenlere “Hayır biz hem malımızla, hem de canımızla Allah (c.c.) için cihad edeceğiz” diyerek cepheye koşmuştu.

Diğer taraftan Bediüzzaman Sâid Nursi de, milis kuvvetlerin başına geçmiş Bitlis’te Rus ve Ermenilere karşı talebeleriyle şiddetli çarpışmalar yaparken yaralanarak esir düşmüş ve yıllarca esâret hayatı yaşayarak vatanı için bedel ödemiştir.

Bir başka yerde, bir başka Allah (c.c.) dostu Erzurum’lu Alvarlı Efendi Hazretleri (Muhammed Lütfü Hz.) müfrezesiyle birlikte Rusların Ermenilere bıraktığı Karakolu basmış ele geçirdiği yüklü silah ve cephaneyi Haydar Boğazında taarruza hazırlanan Türk Birliklerine teslim etmişti.Yapılan o taarruzda ise babası Hüseyin Efendiyi şehit vermişti.

Cephede başarılı olamayarak hezimete uğrayan Ermeniler, (Son olarak Kazım Karabekir Paşa, Ermeniler’in eline geçen Sarıkamış, Kars ve Gümrü kalelerini geri alarak 15 Kasım 1920’de Ermeni ordusunu kesin olarak ortadan kaldırmıştır. Ermeni hükümeti bu yenilginin ardından Ankara hükümeti adına Kazım Karabekir Gümrü Antlaşması’nı imzalamıştır. ) Osmanlı Devletinin teslim olduğu Mondros Mütarekesi’ni fırsat bilerek, güyâ bu asil milletten intikam almak için bu seferde başka hain planlar yaparak harekete geçmişlerdir. Şöyle ki; İstanbul’un işgâlinden hemen sonra Ermeniler önce tedhiş örgütlerini bir araya getirecek bir örgüt kurarak işe başladılar.

Ermeni Devrim Federasyonu ismini verdikleri örgütü, kendi yayın organı olan “Djagadamand” gazetesinin yayınlandığı

binada faaliyete soktular. Aynı binada Ermeni Devrimci Federasyonuna bağlı olarak infaz bürosu kurdular. İttihat ve Terakki Partisi’nin eski yöneticilerinden Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, Dr.Nâzım, Dr.Bahaddin Şâkir, İsmail Canpolat, Vali Cemal Azmi Beyi gıyaplarında yargılayarak öldürmeyi planladılar.

Bu arada Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra adları Ermenilerce ölüm listelerine alınan bu kişilerin çoğu işgâl kuvvetlerine teslim olmamak için ( Galata Köprüsü üzerindeki sokak feneri direklerine asılacakları yönündeki söylentiler ortalığı kaplamıştı) yurtdışına çıkmışlardı

Enver, Talat ve Cemal Paşalarla birlikte toplam dokuz üst düzey İttihatçı’nın İstanbul’dan ayrılmalarını bizzat organize eden Alman Deniz Kurmay Yüzbaşı Hermann Baltzer 1933 Kasımında “Orientrundschau” adlı dergide konuyu detaylı anlatmıştır.

Kaçırma operasyonu 1 Kasım 1918’in akşamı saat 21.00 civarında başladı. Askerî demiryollarına ait bir motorla Eminönü’nden denize açıldım. Önce Moda iskelesinden Talat Paşa, İstanbul eski Valisi Bedri Bey ve beş kişiyi aldım. Ardından yanında birkaç kişiyle Enver Paşa’yı, son olarak da Boyacıköy’den Cemal Paşa’yı alarak Tarabya açıklarında duran Alman Torpidosuna götürdüm.

Yolcuların tamamının ellerinde küçük birer valizle geldiklerini, motora biner binmez feslerini çıkartıp, birer şapka takılarını anlatan Yzb.Baltzer konuklarını R-1 Torpidosunun geniş kaptan kamarasına bıraktıktan sonra Tarabya’dan gemi kaptanı Alfred Kagerah’ı gemiye getirdiğini ve Türk konuklarımızı mümkün olduğunca hızla Sivastopol’a götürüp karaya çıkartma emrini ilettiğini söylüyor.

Küçük grup 3. Kasım sabahı 08.00 gibi Sivastopol’a (Akyar’a) varıyorlar. Enver Paşa  arkadaşlarına “Esenlik içinde yaşamaktan ibâret kalan bir dâvâ bize yakışmaz. Biz ki, Âlem-i İslâm’ın fedâisi olarak tevarüs etmiş toplumuz. Emperyalistlerle bütün cephelerde hesaplaşıp Âlem-i İslâm’ı kurtarma Ülküsünden asla vazgeçmeyin. Rövanş gününü dâima gözetin. İttihad-İslâm dâvâsını yüreğinizde saklayın ve günü geldiğinde kuvveden fiile çıkarın” diyerek Kafkasya’ya gideceğini söylemiş. Ayrıca İzzet Paşa’ya yazdığı mektupta da Kafkasya’da bir İslâm Devleti kuracağını belirtmiştir. Enver Paşa’dan burada ayrılan Talat ve Cemal Paşa, diğer grupla Almanya’ya gitmişlerdir.

Kafkaslar’a gitmek için arayışta olan Enver Paşa araç bulamayınca, Kırım Türkü bir Tatar’ın yelkenlisiyle Kafkasya’ya gitmek üzere Karadeniz’e açılıyor, macerâlı bir yolculuktan sonra Kafkas  sahillerine ulaşıyor.

İstanbul’da ise her tarafa hâkim olan işgâl kuvvetleri Ermeni tehcirinin hesâbını sormaya başlıyorlar.

Bir nevi Osmanlı’dan intikam almak için ilk önce Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat mutasarrıf vekili Kemal Bey’i idâma mahkûm ediyorlar.

10 Nisan 1919’da Beyazıt meydanında idàm sehpasına çıkarken “Sevgili vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum. Ne yapmam gerekiyorsa onu yaptım. Vazifemi yaptığıma da vicdânım emindir” diyen Kemâl Bey, 22.Temmuz.1920’de idàm cezası yerine getirilen Erzincan jandarma komutanı Hayran Baba lakaplı Hâfız Abdullah Avni Bey, 5 Ağustos 1920’de idâm edilen Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey Ermeni tehcir meselesiyle ilgili ilk bedel ve ilk şehitlerimizdir.

Ermeniler bununla da kalmadılar önce bir tedhiş örgütü kurmakla işe başladılar. Ermeni Devrim Federasyonu ismini verdikleri bu örgüt, diğer Ermeni örgütlerini de içinde barındıran bir yapıya sahipti ve Osmanlı Devletiyle işbirliği yaptığı gerekçesiyle İstanbul’da Hemeyan Aramyan, Mıgırdıç Harotunyan, Vahe İhsan Yeseyan’ı öldürerek cinayet serilerine başlamış oldu.

Daha sonraları ise kendi aralarında intikam tanrıçası anlamına gelen “Nemasis operasyonu” dedikleri hain cinayetlerini sergilediler.

15 Mart 1921’de Talat Paşa Berlin’deki evinden çıktığı sırada Ermeni Devrim Federasyonu üyesi Sogomon Tehliryan tarafından başından vurularak şehid edildi.

Katil’e cinayetten sonra kaçmaması, bilakis cesedin üzerine basarak polisin gelmesini beklemesi tembih edilmişti. Öyle yaptı.

Katil ilk sorgusundan itibaren cinayeti bilerek, tasarlıyarak işlediğini söylemesine rağmen mahkemenin ikinci gününde “geçici delilik” gerekçesiyle beraat ettirildi.

Talat Paşa’nın naaşı 1943 yılında İstanbul’a getirildi İsmet İnönü’nün de katıldığı törenle Çağlayan Hürriyet Tepesine defnedildi.

18 Temmuz 1921 günü aynı örgüt bu seferde sözde Bakü’deki Ermeni Katliamlarından sorumlu tuttukları zamanın Azerbaycan İçişleri Bakanı Behbud Han Civanşir’i İstanbul’da Pera Palas’ın önünde Torlakyan’a vurdurdular. Katil yargılanmadı, ABD’ye gönderdiler.

Katil, Talat Paşa’yı vuran Tehliryan gibi suçu hemen kabullenmesine rağmen, İstanbul’u işgâl eden ingiliz askerî mahkemesince “suçlu ama sorumlu değil” diye saçma bir kararla beraat ettirildi.

5 Aralık 1921’Dr saat 16.00 sıralarında Roma’da dönemin Sadrâzâm’ı ( Başbakan) Said Halim Paşa, Roma’da Via Eostollio’daki konağına yaklaştığında Estaki sokağında Arşivar Şıracıyan adlı Ermeni katile vurdurdularak şehid edildi. 

Said Halim Paşa, TBMM ‘nin Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey’in talebi üzerine  İtalya’dan Anadolu’ya kendi cebinden iki milyon sterlin’lik silah göndermek üzereydi.

Cenâzesi İstanbul’a getirildi. 30 Aralık ta büyük bir kalabalıkla 2.Mahmut Han Türbesi bahçesine defnedildi.

17 Nisan 1922 günü Berlin’de Charlettenburg’da Ohland Sokağında meşhur   “Teşkilât-ı Mahsûsa” kurucularından ve yöneticisi Dr. Bahaddin Şâkir, Ermeni Aram Yerganian tarafından 10 yaşındaki büyük oğlu Alp’le birlikte şehid edildi. (Dr.Bahaddin Şâkir Ermenileri severdi.Ailesinin diş doktoru Ermeni Süreyan Efendi idi.Bunun nedenini soran eşi Cenan Hanım’a “O devletine samimiyetle bağlı iyi bir hekimdir” diyordu. Ayrıca iki Ermeni yetim çocuğu büyüyüp yetiştirmişti. Bunlardan birisi İstanbul Flarmoni Orkestrasında görev yapmıştı. Ama kendi çocuğu Alp Ermenilerin kursunlarına hedef olmuştu.

Dr.Bahaddin Bey, Edirne kuşatması sırasında şehrin hastanesinin başhekimi ve Hilâl-i Ahmerin “Kızılay”  reisi iken Bulgarlara esir düşmüş, 30 Mayıs 1913 Londra anlaşması ile serbest kalmıştır.)

Yine  ismine Ajan T. dedikleri Ermeni katil tarafından eski Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey de,  Bahaddin Beyle birlikte aynı anda şehid edildi.

Her iki şehidimiz 24 Nisan’da büyük bir törenle Berlin’de Hayzethayde mezarlığında ki Türk Şehitliğine Türk Bayraklarına sarılı tabutlarıyla getirilip yan yana defnedildiler.

Kabirleri Hükümetimizin talimatıyla 2011 yılında baştan aşağıya TİKA tarafından yenilendi.

22 Temmuz 1922 tarihinde ise Cemal Paşa Tiflis’te iki yaveri Nusret ve Süreyya Beylerle birlikte Ermeni katiller, Stefan Çekiçyan ve Bedros D. Bogosyan  tarafından şehid edildiler. (Bedros Trabzon’un isgâlinde Rus ordusunda görev yaparken tehcirin intikamını almak için pekçok girişimlerde bulunmuştur.Bedros ve 250 Ermeni askerinden oluşan adamları önce  200 kadar müslümanı Trabzon’da Kemeraltı Camiine toplayıp öldürmek istemişler ancak Rus ordusunda görev yapan Azeri ve Tatar askerlerce önlenmiştir. Daha sonra Bedros intikam hırsıyla adamlarıyla Maçka üzerinden Erzurum’a ulaşmaya çalışmış fakat Torul’daki çatışmada çok kayıp verince 61 askeriyle geri dönmüş bu arada Trabzon’u terk eden diğer Rus askerleriyle birlikte gemiye binerek şehri terketmişti.)  

Cenazeleri Kâzım Karabekir Paşa tarafından Erzuruma getirildi ve Kars Kapısı Şehitliğinde 36 yaşında iken tifo’dan hayatını kaybeden Hâfız Hakkı Paşa’nın yanına defnedildiler.Cemal Paşa, siyasî olayları kavrayışı  ve analiz gücü çok yüksek bir teşkilâtçıydı.Enver Paşa’nın isteğiyle, Hindistan Müslümanlarını İngiltere’ye karşı ayaklandırma projesini yürütüyordu ömrü vefâ etmedi.Birinci dünya savaşı öncesi görevli olarak Fransa’ya gitmiş, müttefik olmaları için ön yargılı Fransızları iknâ edememişti.

Enver Paşa : 4 Ağustos 1922 günü, Türkistan’ın Belcivan vilayetinin Âbıderyâ köyünde (Duşanbe’ye yaklaşık 200 km.uzaklıkta) binlerce Kızılordu askerlerince kuşatıldı.Yanında ki 30 kişilik adamlarıyla müthiş direniş gösterdi.  Çegan  tepesinde çok şiddetli çarpışmalar yaşanırken asıl adı Hagop Melkumyan, isminin Rusçalaştırılmış şeklide Yakov Arkadiyeviç Melkumov olan aslen Ermeni bir Kızılordu subayının emrindeki müfreze tarafından, göğsündeki Kurân-ı Kerim delik deşik olmuş haliyle mitralyözlerle şehid edildi.

Bir kağıda “Şehîd-i Muhterem Enver Paşa Hazretleri pek mukaddes ve maksat peşinde Buhar’a da Belcivan Vilayetinin Çegan isimli mahallinde Kurban Bayramının ikinci günü olan 4 Ağustos 1922’de, öğle vaktine yakın bir zamanda, temiz kanını toprağa akıta akıta, kahraman ve mert bir şekilde Şehâdet rütbesine nâil olmuştur” diye yazılıp mühürlendi.

Şehîd-i Âli ve Gâzi-i Namdâr Enver Paşa Şehid edildiği Çegan Tepesi yakınındaki Âbıderyâ köyündeki kabrinden alınarak ölüm yıldönümünde 4 Ağustos 1996 yılında Hükümeti temsilen Devlet Bakanı Sayın Abdullah Gül’ün, MHP İstanbul İl Başkanı olarak benim de iştirak ettiğim Devlet Töreniyle Çağlayan Hürriyet Tepesine defnedildi.

İttihat Terakki’nin güçlü isimlerinden Dr. Nâzım ise 1926’da Atatürk’e karşı yapılan izmir suikastinin planlayıcısı olduğu gerekçesiyle İstiklâl mahkemesince idâmına karar verilmiş ve aynı yıl asılarak idâm edilmiştir.

Yine tehcir bahane edilerek aşılanan Türk düşmanlığı bunlarla da kalmamış, yine başta Fransa olmak üzere batılı ülkelerin desteğiyle Ermenistan düşmanca tavrını ilerleyen yıllarda da sürdürmüş ve Ermenilerin “Hayastani Azatagrut’yan Hay Gaghtni Banak” dedikleri Ermenistanın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu ASALA’yı (Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia) kurdular.

Son ferdi de öldürülünce kendini feshetmek zorunda kalan ASALA adlı örgüt, dağılana kadar yaptığı vahşice saldırılarda Türkiye’yi ve Türk Diplomatlarını hedef almıştır

1975-1985 yılları arasında yurtdışında Türk yetkililere  karşı 21 ülkenin 38 şehrinde, 39’u silahlı, 70’i bombalı, bir de işgâl şeklinde olmak üzere toplam 110 terör saldırısı gerçekleştirildi.

Bu saldırılarda 42 diplomatımız olmak üzere 57 Türk şehid edildi. Ermeni terör örgütü üyesi Zohrab Sarkisyan ile Levon Ekmekçiyan’ın 7 Ağustos 1982 yılında Esenboğa Havalimanına yaptıkları kanlı saldırının ardından zamanın Devlet Başkanı Kenan Evren, ASALA örgütünün ortadan kaldırılması için bir kararname yayınlamış ve örgüt MİT ve Milli Unsurlarca ortadan kaldırılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bundan sonra yapması gereken ise, yıllarca tehcir bahane edilerek Vatanımıza ve Milletimize yapılan bu saldırıların planlayıcısı ve bizzat yöneteni olan başta Ermenistan olmak üzere terör destekçisi ülkelerden tazminat talep etmek ve bu konuyu uluslararası arenada sıcak tutmaktır.

Resmî tarihe karşı çıkarak, tarihî olayları tersyüz ederek biryere varılamayacağı, 24.Nisan’ı sözde soykırım günü olarak tanıyan devletlere iyi anlatmalı ve bunları gerçeklerle yüzleştirmelidir.

Ve Ermenilerin gerek birinci dünya savaşı sırasında ve öncesinde Turkiye’de yaptığı saldırıları, gerek 1975-85 yılları arasında diplomamatlarımızı ve ülkemizi hedef alan terör saldırıları, gerekse de 1.dünya savaşı sırasında işgâl ettikleri Azerbaycan ve Bakü’deki katliamları, (Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa önce Gence’ye sonra Bakü’ye girerek Ermeni mezâlimine son vermiştir) hatta 1992 yılında Ermenilerce bütün dünyanın gözü önünde hemde Sovyetler Birliğinin 5 Temmuz 1921’de aldığı “Dağlık Karabağ, Azerbaycan toprakları içerisinde olması nedeniyle Azerbaycan’a aittir” kararına rağmen işgâle uğrayan Dağlık Karabağ’da  yaptıkları “soykırım” bütün dünya devletlerine çok iyi anlatılmalıdır.

Bildiğiniz gibi Dağlık Karabağ, Ermenistan Yüksek Sovyetinin 1 Aralık 1989 yılında aldığı Ermenistan’la birleştirme kararı sonrası Ermeni askerleri ve milislerince saldırıya uğramış ve Türk köyleri yakılmaya masum insanlar katledilmeye başlamıştı.

Ermeniler, Sovyetler Birliği Halk Temsilcileri Kongresi tarafından alınan “Cumhuriyetlerde biri, başka bir Cumhuriyetin toprağını ilhak edemez” kararına uymayarak Rusya Anayasasının 78.maddesini çiğnemiş ve suç işlemişti.

Moskova bu karara çok sert tepki göstermiş, Dağlık Karabağ Azerbaycan toprağıdır kesinlikle ilhak edilemez demişti. Buna rağmen Ermenistan 9 Ocak 1990 günü Karabağ’ın ekonomik planıyla, Ermenistan Cumhuriyeti ekonomik planıyla birleştirdi.

Bu durum karşısında Yüksek Sovyet Prezidyumu bir gün sonra 10 Ocak’ta toplanarak Karabağ’ın Ermenistan’a bağlanamayacağını bir kez daha kesin bir dille ilân etti.

Bu da yetmedi Yüksek Sovyet Prezidyumu 21 Şubat 1990’da bir kez daha olağanüstü toplanarak “Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan toprağı olduğu ve bunun değiştirilemeyeceği” kararını aldı bunu da 15 Cumhuriyete bildirdi.

Fakat bu kararlara rağmen Ermeniler Azerbaycan’ın boykot ettiği 10 Aralık 1991 tarihinde referandum yapmışlar ve tek taraflı olarak Karabağ’ın bağımsızlığını ilân etmişlerdir.

Moskova ve bütün dünyada kabul görmeyen bu hareket sonrası Ermeniler saldırılarını artırmışlar, katliamlara devam etmişlerdir.

1992 yılının 25 Şubatı 26’sına bağlayan gecede bildiğimiz Hocalı katliamı yapıldı ve bütün dünyanın gözü önünde çocuk, kadın ve yaşlılar işkencelerden geçirilerek 613 Azerbaycan Türkü şehid edildi.

Buna Ermenistan dışındaki Ermenilerde destek vererek suça ortak olmuşlardır.

Fransız Le journal de Dimanche gazetesinde 21.Ocak 1990 günü Erivan muhabiri Claude Marie Vadrot’un yazdığı haberde şöyle denmiştir.

“Önceki gün sabah dörde doğru Beyrut’tan gelen uçaklar Erivan’a ağır silahlar, makinalı tüfekler, havan topları ve roketatarlarla dolu sandıklar getirdi. Erivan Havalimanında görevli Ermeni gümrükçülerin yardımıyla indirilen bu silahların sevkiyatına eylül ayında başlanmıştı. O gece ve daha önce gelen bu tür uçak seferlerinde birkaç yüz Ermeni vizesiz olarak giriş yaptı. Ermeni çetecilerinin başına geçen Beyrut ve Şam’dan gelen bu militanların bazıları Lübnan’da ki terörist gruplarca tanınmış kişilerdi, bir kısmı Erivan’dan hudutlara bir kısmıda Dağlık Karabağ’a gönderildi”

Bütün bu yaşananların ışığında 24 Nisan Olaylarının nasıl bir siyasî organizasyonlarla mağdur ve mazlum olan Türkü’n, zâlim gösterilmeye çalışıldığını görmek, hür dünyaya anlatmak gerekir..

İttihat Terakkiciler olarak  adlandırılarak küçümsenen dönemin yöneticileri, gerek Başkumandan Vekili Enver Paşa, gerekse İçişleri Bakanı Talat Paşa Rusların silah ve para desteğiyle şımartılarak ayaklandırılan Ermeni ihanet çetelerine karşı eğer o tarihte “tehcir” kararı almamış olsalardı, Anadolu’nun her tarafında çoğalarak sayıları milyonları aşacak olan  Ermeniler Allah (c.c.) korusun, Anadolu’yu parçalayarak Ermeni Devleti kurabilirlerdi. 

Durum böyle olunca, Kendiside bir Ermeni olan  ve amacı Anadolu’da bir Ermeni devleti kurmak olan Abdullah Öcalan’a PKK’yı kurdurmazlardı.

Zaman zaman ayaklanma provaları yaparak şehirlerde terör estiren, kendisinde birazcık güç bulduğunda canice köyleri yakıp yıkarak kadın ve çocukları öldüren, dış güçlerin ara sıra “şimdi tam sırası saldır” komutunu aldığında zamanın Padişâhı  Cennet mekân Sultân Abdülhamid Hân’a ( Ermeni dostu meşhur tarihçi Albert Vandal, Ermenilere Anadolu’da devlet kurdurtmadığı için Sultân Abdülhamid Han’a “Le Sultan Rouge” Kızıl Sultân adını takmış, maalesef bizede tarih kitaplarımızda yıllarca böyle okutturmuşlardı.)  bile bomba atmaktan çekinmeyen, tarihin her döneminde ülkemize, milletimize içerde ve dışarıda her türlü düşmanca tavırlarıyla, uğruna başta başbakanlar, bakanlar, diplomatlar ve onbinlerce  vatan evladını şehid verip  bedel ödeyerek almak zorunda kaldığımız “tehcir” kararını iyi anlamamız gerektiğine inanıyorum.

Tarihin derinliklerinde illâ bir soykırım arıyorsak, Balkanlarda iki milyon Müslüman Türk evladı Bulgar, Sırp, Makedon, Yunan ve Arnavut çetelerince hunharca katledilmiş, bir umut İstanbul ve Anadolu’ya ulaşmaya çalışanlar, geçiş yolları kapatıldığı için dağlarda  o kış şartlarında telef olmuşlardır.(İzmir’de Yunan işgâli sırasında ilk kurşunu atan, kendiside bir Teşkilât-ı Mahsûsa görevlisi olan Hasan Tahsin, Balkan Devletlerini Osmanlı’ya karşı birleştirerek saldırtan İngiliz Boxon kardeşleri Teşkilât-ı Mahsûsadan aldığı emirle Romanya’da vurmuştur.)

Yine başta Girit olmak üzere Ege adalarında feryatlarını duyuramadan Rum çetelerince işkenceler altında şehid edilen onbinlerce Türk gösterilebilir.

Maalesef en büyük soykırım  Ermeni, Rus, Bulgar, Rum çetelerince bu asil millete uygulanmıştır.

Soykırım insanlığın yüz karasıdır. Ama maalesef yeryüzünde soykırıma yönelik toplu katliamlar yapılmaya devam edilmektedir. Yüzyıllardır en büyük soykırımlardan birine mâruz bırakılan bu milletin bir ferdi olarak Cenâb-ı Allah (c.c.) bir daha bu millete soykırım yaşatmasın inşaallah.

Sonuç olarak Ermeniler ve onun yandaşları, 1.dünya savaşı sırasında tam bir Ermeni Mezâlimine uğrayan bu asıl millete yapılanları “resmî tarihe” karşı çıkarak olayları tersyüz etmeye devam etmektedirler.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu asılsız iddialara karşı her zaman şunu söylemiştir: “Bu konu tarihî bir vakıadır, başta Türkiye ve Ermenistan olmak üzere bütün devletler ellerindeki arşivleri açsın gerçekler ortaya çıksın”

Halit Kanak

Kırım'ın Sesi Gazetesi

27 Şubat 2015 Tarihinde hizmet bermege başlağan www.kiriminsesigazetesi.com maqsadı akkında açıklama yapqan Mustafa Sarıkamış İsmail Bey Gaspıralı’nıñ bu büyük mirasına sahip çıqmaq ve onun emellerini yaşatmaqtır. Qırımtatar Türkleriniñ ananevî, körenek, ürf, adet kibi yaşamlarında ne bar ise objektif şekilde Dünya cemiyetine taqdim etilmektir.

Pin It on Pinterest