Dünden, Bugüne Üç Tarz-ı Siyaset
Yusuf Akçura Bey, 1904 yılında Kazan’da kaleme aldığı ve aynı yıl Kahire’de, Türk Gazetesi’nde yayımlanmış olan ünlü makalesinde “Son vakaların fikre getirdiği uzakça bir istikbalde, meydana gelecek beyazlar ve sarılar âlemi arasında bir Türklük cihanı husule gelecek ve bu orta dünyada Osmanlı Devleti, şimdi Japonya’nın sarılar âleminde yapmak istediği vazifeyi üzerine alacaktır.” der. Burada Osmanlı, Türkiye’yi; sarılar, Uzakdoğu’yu (Çin, Japonya, Kore, Malezya vd.); beyazlar ise Avrupa ve Amerika’da teşekkül etmiş ülkeleri ifade etmek için kullanılmıştır. Turanî topluluklar olan Japonları ve Korelileri (Tunguzlar) sarılar âlemine dâhil etmek gibi bariz hatalar olmasına rağmen makalenin Osmanlı ülkesi ile ilgili kısımları oldukça isabetli teşhisler ve tespitler barındırır. Misal Türkiye’deki siyasî akımlarla ilgili yaptığı Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük tasnifi, kendisinden sonra gelen birçok kalem erbabının dimağına ipotek koyacak kadar kökleşmiştir. Ve tabi 1991’de tekrar ortaya çıkmaya başlayan Türkistan öngörüsü!.. Yeri gelmişken bir hatırlatmada bulunalım. Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muassırlaşmak (çağdaşlaşmak/uygarlaşmak) fikrini ortaya ilk atan Azerbaycan Türklerinden Hüseyinzade Ali Bey’dir. Tataristan (Kazan) Türklerinden Yusuf Akçura bu fikri makaleye dönüştürmüş; Diyarbakırlı Mehmet Ziya Gökalp ise kitap haline getirmiştir.
Osmanlıcılık, Sultan II. Mahmut ile doğmuştur denilebilir. II. Mahmut “Ben tebaamdaki din farkını ancak cami, havra ve kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim.” demek suretiyle bu akımın temellerini atmıştır. II. Mahmut döneminde müslim ve gayrimüslim tüm vatandaşlara aynı siyasî hakları tanımak, görevleri yüklemek; düşünce ve din özgürlüğü (serbestiyet) sağlamak suretiyle bir Osmanlı milleti oluşturulmak istenmiştir. Bunun dünyada da örnekleri vardır. Frank, Cermen, Selt, Lâtin, Grek halklarından Fransa; Cermen, Slav hatta Turanî topluluklardan Alman milleti doğmuştur. Dahası bugünün Amerika Birleşik Devletleri millet olma yolunda hızla ilerlemektedir. Osmanlıcılık akımının en büyük savunucusu olan Mithat Paşa’nın sadrazamlık koltuğunu kaybetmesiyle birlikte, Osmanlıcılık fikri resmî ideoloji olmaktan çıkmıştır. Osmanlıcılığın, II. Mahmut’un selefi olan Genç Osman’la başladığını savunan tarihçiler de vardır.
Osmanlıcılığın önündeki en büyük engel (handikap) çöküş dönemine denk gelmesidir. Buna rağmen cürmünün kat be kat fazlası bir alana etki yapabilmiştir. Hem de resmî ideoloji olmaktan çıktıktan çok sonraları bile… Misal İslâmcılığın bayraktarlarından kabul edilen Cemaleddin-i Afganî samimi bir Osmanlı taraftarıdır. Üç yıl Hindistan’da kalarak, Osmanlı lehine propaganda yapmıştır. Pakistan’ın millî şairi Muhammed İkbal, -sırtındaki ceketi Kuvayı Millîye’cilere gönderecek kadar- Osmanlı taraftarıdır. Kafkas dağlarını Ruslara dar eden Şeyh Şamil, Osmanlı taraftarıdır. Türkçülerin baş tacı yaptıkları İsmail Gaspıralı, Osmanlı taraftarıdır. Dahası Gaspıralı’nın, Kırım’ın incisi Bahçesaray’da çıkardığı “Tercüman Gazetesi” Osmanlı ülkesinde büyük yankı uyandırmıştır. Osmanlı’dan kasıt, Türkiye’dir bu arada..
Genç Osmanlılar, -hukuk eşitliği ve özgürlüklere rağmen- Müslüman olmayanların (gayrimüslim) hâlâ Osmanlı’dan kopmaya çalışması üzerine Batı karşıtlığına ve Müslüman olmayanlara karşı düşmanca olmasa bile mesafeli bir mecraya yönelirler. “Din ve millet birdir.” düsturu ile yola çıkan İslâmcılık akımı böyle bir ortamda vücut bulur. Ayet ve hadislerden de esinlenerek “Müslümanlar kardeştir.”, “Müslümanlar tek millettir.” vb. söylemlerle hareket eden İslâmcılar için nihai hedef (gaye) ve dahi son çare İslâm Birliği olur. Sırasıyla han, sultan, padişah olan Kayı beyleri bu akımla birlikte -siyasî anlamda- gerçek birer halife de olurlar.
İlber Ortaylı “Osmanlı’nın son dönemlerinde bütün İslâm âleminde, İstanbul’un, hilâfet merkezi; padişahın, halife olduğu tasdik edilmiş gibidir.” der. Ünlü tarihçimize göre Mısır, Hicaz, Hint hatta İran’da bile sükût vardır. Yani tasvip!.. Batı’da bile bu kanaat hâkimdir. Avusturya-Macaristan, Bosna-Hersek’i; İtalya, Trablusgarp’ı alır. Grekler (Helen?/Yunan?), Bulgarlar vd. bazı topluluklar bağımsız olurlar. Hepsinde de Müslüman toplumun (ahali) İstanbul’a yani halifeye bağlı kalacağı anlaşmalarda yazılıdır. Misal 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşmasında II. Katerina, Ortodoksların hamisi iken; Osmanlı Padişahı da bütün Dünya Müslümanlarının halifesidir. Avşar İmparatorluğunun ünlü hükümdarı Nadir Şah’la birlikte Azerbaycan-İran-Afganistan düzlemindeki Şiî-Caferî-Alevî-Kızılbaş kavramlarıyla adlandırılan müslimler (müslüman) bile İstanbul’u hilafet merkezi olarak kabul etmiş gibidir. Caferîliğin, hak mezhep olarak tescillenmesi İstanbul’dan talep edilmiştir misal.
Özellikle Sultan II. Abdülhamit dönemi, Osmanlı halifeliğinin en parlak yıllarını oluşturur. Hamidiye (Hicaz) Demiryolu, Uzak Doğu ve Afrika içlerine elçilik heyetleri gönderilmesi diye giden başarılar yumuşak güç (soft power) siyaseti (diplomasi) uygulayan Sultan II. Abdülhamit Han’ı abideleştirir. Tahta çıkar çıkmaz büyük toprak kayıpları ile yüz yüze kalan Abdülhamid Han’ın, Osmanlı’yı parçalara ayırmayı tasarlayan (plan) İngiltere’ye karşı İstanbul’da, Urduca Peyk-i İslâm Gazetesini; Londra’da, Farsça-Arapça Gayret Gazetesini bastırıp, Hindistan’a sokması daha da ileri gidip, İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun (İRA) kuruluşuna ve/veya güçlenmesine dahletmesi gerçekten de övgüye değerdir. Dahası II. Abdülhamid Han’ın, İslâm ülkelerinden toplatıp getirttiği gençler İstanbul’da okuyup, ülkelerine döndüklerinde buralarda yönetici (Mülkiyeliler) sınıfını oluşturmuşlardır. Örnek verecek olursak, -başta Mısır olmak üzere- Kuzey Afrika’da buna benzer Mülkiyeli etkisi uzun yıllar devam etmiştir.
Tanzimat’la ilgili bir hususun altı özellikle çizilmelidir. O da şudur; aslında Osmanlı, Tanzimat’la, din devleti olma özelliğini bırakmak istemiştir. Ama bölgesel (local) milliyetçilik akımları gayrimüslimleri alıp götürünce, İslâmcılık dolayısı ile din devleti olgusu geri gelmiştir. Hilafet ve saltanatın ayrılması fikri II. Meşrutiyet yıllarında gündemi tekrar işgal etmeye başlamıştır. Kısacası (vel’hâsıl) din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması fikri Cumhuriyet döneminde birden bire ortaya çıkmış bir mesele değildir. Yemen’de verilen büyük askerî kayıplar; Mısır’da, Mehmet Ali Paşa’nın sebep olduğu gaileler (bela, varta); Azerbaycan ve İran coğrafyasında birbiri ardına ortaya çıkan Türkmen hanedanlıklarıyla (devlet) yaşanan siyasî ve bir o kadar da iktisadî rekabet derken Şerif Hüseyin vb. serkeşlerin çıkardığı Arap isyanları diye giden sorunlar İslâmcılığın, özellikle de siyasal İslâmcılığın halk nazarında kabul görmemesinin başlıca nedenleri arasında sayılabilir. Ve tabi tespih taneleri gibi İstanbul Boğazı’nın iki yanında dizilen, İslâmcılara ait yalıların geniş ve yoksul halk kesimleri nazarında doğurduğu olumsuz çağrışımlar (imaj) da cabası!.. Günümüzdeki hal-i pürmelale ne kadar da çok benziyor değil mi?
Ünlü şarkiyatçı (oryantalist) Leon Cahun, Cengiz Han’ın, bütün Türkleri birleştirmek için Asya’yı bir uçtan diğer uca geçtiğini söyler. Adını, Oğuz Kağan’ın oğlu Deniz Han’dan alan Cengiz Han’ın Kök Tengri (Gök Tanrı) inancına bağlı olduğu bilinmektedir. Atalarının dinini, töresini yaşayan ve yaşatmaya çalışan bir hükümdardır. Dünyaca ünlü Cengiz Han yasalarından birinde “Herkes istediği dine bağlanabilir. Ama herkes tek (bir) Tengri’ye inanmakla yükümlüdür.” der. İslâmiyet’i seçen Türk boylarına soğuk davrandığı vakıadır. Ayrıca (keza) başka dinlere de aynı tavrı sergilemiştir. Bununla birlikte Doğu Türkistan ve Çin’de Budist Kıtayların (Khıtay/Hıtay) baskı ve zorlamalarına; ibadet ve giyinme yasaklarına maruz kalan Müslümanların, Cengiz Han ve oğlu Kubilay sayesinde barış ve huzur ortamına kavuştukları da unutulmamalıdır. Cengiz Han oğullarının üçüncü kuşakla (nesil) birlikte Müslüman oldukları; Doğu Türkistan’dan, Deşt-i Kıpçak’a (Ukrayna) kadar Moğol egemenliğindeki birçok bölgenin İslamlaştığı da hakeza. “İyi de yakıp-yıkmalara ne demeli?” diye bir soru aklınıza takılabilir. Büyük Selçukluların devamı niteliğinde olan dahası tıpkı Selçuklu sultanları gibi “bütün Müslümanların sultanı olma” iddiasını gütmüş olan Harzemşahların (Harezmşahlar) ülkesini yakıp yıkması ülkesinden giden bir kervana saldırılması, tüccarların katledilip mallarına el konulması üzerine, “katillerin cezalandırılması ve alıkonulan malların geri verilmesi isteğini (iade talebi) iletmeleri için gönderdiği elçilerin -üstelik de bir Harzem (Harezm) valisinin emri ile- öldürülmesi yüzündendir. Öncesinde de -Abbasî Halifeliği ile askerî olmasa bile siyasî ilişkileri bulunan- Harzemşahlar sultanı Muhammed’in, kuzeydeki Müslüman olmayan Kıpçak Türkleri üzerine cihat amaçlı düzenlediği sefer sırasında Cengiz Han’ın, -büyük oğlu Cuci komutasında- Merkitlerin üzerine saldığı ordu ile karşılaşması; Cuci’nin “Babamdan, sizinle savaşmak için emir almadım.” diyerek çatışmaya girmek istememesine rağmen Muhammed Şah’ın karşı tarafı kâfirlikle suçlayıp savaşta ısrar etmesi de hatırdan çıkarılmamalıdır. Ki bu olayda Cengiz Han’ın, geçmişte obasına baskın verip; dayısının kızı ve dahi hanımı olan Börte’yi tutsak eden (9 aylık tutsaklık sırasında Cuci dünyaya gelmiştir üstelik) Merkitlerden intikam alma dışında bir amacının olmadığı da aşikârdır. Bağdat’ın işgal edilip; Abbasî halifesinin öldürülmesi meselesine gelince… Sözde İslâm halifesi Mustasım Billah’ın “Turanîlerin (Türkler) katli vaciptir.” gibisinden bir fetva vermesi üzerine -ki bu fetva ile Müslüman olmayan Türkleri kastettiğini farz etsek bile yine de yanlışlığı ortadadır- Bağdat’ı işgal eden Hülagu Han, Türk-Moğol ordusunu karşısında görünce verdiği fetvadan çark eden -sözde- halifeye dansöz giysisi giydirip, Bağdat sokaklarında dolaştırmış ve sonra da atlara çiğneterek öldürtmüştür. Bu olayla da Ortadoğu’da Arap egemenliği kesin olarak sona ermiş ve Türk hakimiyeti başlamıştır. Harzem ve Bağdat’ta meydana gelen iki olay yüzünden Cengiz Han’a ve haleflerine karşı sergilenen tutumun hakkaniyetten ne kadar uzak olduğu ortadadır. Dahası babası Muhammed Şah’ın ölmesi üzerine tahta çıkan ve Moğollar karşısında tutunamayarak Hindistan’a kaçan oğul Celâleddin Harzemşah’ın Hindistan ve İran coğrafyasından devşirdiği bir ordu ile Doğu Anadolu’ya kadar geldiği ve burada hayatının hatasını yaparak Anadolu Selçuklu Devletiyle savaşa tutuştuğu, savaşı ve askerî gücünün büyük kısmını kaybettikten sonra çekildiği Hazar Denizi kıyılarında Moğollar tarafından öldürüldüğü de unutulmamalıdır.
Cengiz Han’dan sonra, Türk Birliği için mücadele veren bir başka hükümdar Emir Timur’dur. O ve oğlu Şahruh zamanında -Macar ovaları hariç- bütün Türk ülkeleri fiilen Timur Hanlığına bağlıdır. Timur Han’a tâbi olan; Timur’un ölümü üzerine tahta çıkan oğul Şahruh’a bağlılığını bildiren Osmanlı Devleti bile bu büyük birliğin bir parçasıdır. Hatta babası Yıldırım Beyazıt’tan sonra başa geçen Mehmet Çelebi, Timur adına Bursa’da para bile bastırmıştır. Şahruh’un ölümü ile birlikte, tarihteki son Türk Birliği de nihayete ermiştir. Timurlular döneminde Batı Türkistan’ın kültür ve medeniyet beşiği olduğunu, Çağatay Türkçesinin, edebiyatının büyük atılım yaptığını da gözardı etmemek gerekmektedir. Hele de Türkçülere “belden aşağı vurma” gayesiyle Cengiz Han’ı ve Emir Timur’u öne sürmenin ne elle tutulacak ne de akılla, mantıkla açıklanacak bir yanı vardır. 1402 yılındaki Ankara Savaşı’nın öncesinde her iki taraf arasında yapılan yazışmalarda Osmanlı tarafının daha sert bir üslup kullandığı arşivlerle sabitken; İzmir yöresini fethederek Anadolu Türklüğüne armağan eden kişi Timur Han iken üstelik!..
Şimdi bir eklenti (antiparantez) daha yaparak, Türkçülerin sıkça muhatap kaldıkları ırkçılık suçlamasına değinelim. Aslına bakarsanız İslâm’da ırk ayrımcılığı Araplar ile Acemler (Farisî) arasında baş gösteren ikilikle ortaya çıkmıştır. Arapların, Farisîlere karşı hissettikleri şüphecilik; Farisîlerin, Arapları “bedevî” diye küçümsemeleri bu ikilemin en temel nedeni (âmil, factor) olarak göze çarpar. Siyasî ayrımcılık ise Emevî ve Haşimî (Abbasî) hanedanlıkları arasında başlayan çekişme ile girmiştir Ortadoğu coğrafyasına ve Şiî-Sünnî ayrımı şeklinde evirilmek suretiyle de günümüze kadar gelmiştir. Bu noktada “Dolayısıyla dinler ancak ırklarla birleşerek, ırklara yardımcı ve hattâ hizmet edici olarak, siyasî ve içtimaî ehemmiyetlerini muhafaza edebiliyorlar.” diyen Yusuf Akçura Bey’in tespiti oldukça yerindedir. Zira Ortodoks Rusya, Protestan Almanya, Anglikan İngiltere, Katolik İtalya, Şiî İran, Selefî-Vahabî Suudî Arabistan ve Hanefî-Maturidî-Yesevî ağırlıklı bir Türk Dünyası Yusuf Akçura’yı haklı kılmaktadır.
Türkçülerin sıkça maruz kaldıkları bir diğer saldırgan tutum ise Osmanlı Hanedanlığı ile anlam bulan Türk devletinin yıkılışına neden oldukları gibi insafsız ve hatta riyakârca suçlamadır. “Milliyetçiliğin, dinde yeri yoktur.”, “menfi milliyetçilik” gibi lâf ebelikleri de cabası!.. Sırp milliyetçiliğinin; Bulgar, Ermeni, Rum veya Grek (Helen?/Yunan?) milliyetçiliklerinin hatta ve hatta Arnavut ve Arap milliyetçiliklerinin, Devlet-i Âliyye (Osmanlı) bünyesinde sebep olduğu yıkıcı etkilerin suçunu, ceremesini Türk milliyetçilerinin omzuna yüklemek ne kadar hakkaniyetlidir? Ki hem Türk hem de Arnavut milliyetçisi olan Nihat Sami Banarlı; babası Arnavut, annesi Özbek Türklerinden olan “millî şair” unvanlı Mehmet Âkif Ersoy örnekleri de ortada iken!.. Sonuçta elde kalan son vatan toprakları üzerinde başlatılan ve başarıya ulaştırılan Kuva-yı Millîye Hareketi de sonuçta Türk milliyetçilerinin alın teri, el emeğidir. Tam da bu noktada sözü, Sol/Sosyalist dünya görüşünden bir Türk aydınına; Attila İlhan’a bırakalım: “Şimdi pek çok insanın unuttuğu veya hatırlamak istemediği bir şey var; Kuva-yı Millîye’yi ve Müdafaa-i Hukuk’u örgütleyenler Türkçülerdir. Türkçü ne demektir? Türkçü, Batılı emperyalizme karşı ayağa kalkan ve ona karşı çıkan adam demektir. Türkçü, Türk kimliğini açığa çıkarıp, Batılının ona olan baskısına karşı koyan adam demektir. Türkçü, ülkesinin tam bağımsız ve özgür bir ülke olarak devam etmesini sağlayan adam demektir.”
Türkçülük ve onun öncesinde Turancılık fikri, Osmanlı ülkesine (Türkiye) dışarıdan gelen bir fikir akımıdır. Bırakın Finlandiya’yı, Macaristan’ı; Türkistan, Kırım, Azerbaycan gibi ülkelerdeki Turancılık fikirleri bile ülkemizdekinden çok daha öncelere dayanır. Şemseddin Sami, Mehmet Emin Yurdakul, Ömer Seyfettin, Necip Asım, Veled Çelebi, Hasan Tahsin (Osman Nevres), Mehmet Ziya Gökalp, Peyami Safa gibi kalem erbabı şahsiyetler bu akımın ilk akla gelen öncülerindendir. Dönemin belli başlı gazetelerinden biri olan İkdam, Türkçülerin yayın organı olarak faaliyet göstermiştir. Turancılıkta olmamakla birlikte, Türkçülükte, -en azından bir dönem- Almanların etkisi yadsınamaz. Özellikle 30’lu-40’lı yıllarda Alman nasyonalizminden etkilenen bir kesimden söz edilebilir. Hatta “Ben her şeyden önce bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum, böyle öleceğim.” diyen; milliyetçiliği dil ve kültür temelinde ele alan Atatürk de bu etkilenmeden rahatsızlık duymuştur. Kaldı ki bu Türkçülük de kimilerinin iddia ettiği gibi dindışı (secular) bir mahiyette olmayıp; Osmanlı, Selçuklu, Karahanlı, Göktürk, Hun diye giden, birçoğu Türk-İslâm devleti karakteri taşıyan şanlı geçmişe (mâzi) vurgu (atıf) yapar. Daha da iddialı bir tez ortaya sürerek, Türkçülüğün -bir dönem- Osmanlıcılık adına bir nevi payanda vazifesi gördüğünü de söyleyebiliriz. 1970’li-80’li yıllarda Ülkücülüğün, resmî ideolojinin yani devletin taşeronluğunu yapması gibi!.. 12 Eylül mahkemelerinde söylenen “Biz hapiste, fikirlerimiz iktidarda!..” sözü, bu gerçekliği bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. Peki, ama ya o dönemde arz-ı endam eyleyen Devrimciler ne yapıyordu? -Bilerek veya bilmeyerek- Kızıl Ordu şövalyeliği tabi ki!. Haliyle Devrimcilerin Marks’ı, Lenin’i, Mao’yu bırakıp; -hiç olmazsa bundan sonra- Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün yolundan gitmeleri, ülkenin esenliği (selamet) ve milletin kalıcılığı (beka) açısından daha yararlı olacaktır diye düşünüyoruz.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkleşmek, Batılılaşmak (çağdaşlaşmak) ve anti-Osmanlıcılık hâkim kanaat olmuştur. Redd-i miras söz konusudur bir yerde. Dahası bu ülkenin aydınları son bir asırdır Osmanlıcı, İslâmcı, Sosyalist, Batıcı (Liberalist) gibi yaftaları alınlarında taşıyıp durmuşlardır. Bugün bile millî meclise baktığınızda bu ahval ve şerait yani durum ve koşullar hâkimdir. Tabi bir de Kürt (Gurmanç) ayrılıkçıları… Ama esasen onlar da öncesi İslâmcı, sonrası Batıcı olan Turgut Özal’ın meşhur gafı -affedersiniz- deyişi ile “üç-beş çapulcu”nun peşine takılmış birkaç serkeştir. Zira kimisi dinci (Gregoryen, Şafiîci, Zerdüşt vb.), kimisi Liberalist, kimisi Sosyalisttir. Dağda, “domuz çevirme” şöleni (party) düzenleyen dinsiz (ateist) zırtapozlar da cabası!..
Üç tarz-ı siyasetle alâkalı olarak teşbihler, teşhisler ve dahi tespitler ortaya koyan yazar-çizerlerden birisi de eski Ülkücü/yeni cemaatçi Ahmet Turan Alkan’dır. Türkçülüğü “Bir balo salonuna sığdırılabilen burjuvazi” olarak tanımlar. “Osmanlıcılık değil, Osmanlılık” der. Osmanlı, “sevimli hayaletimiz”dir Alkan’a göre. Kendisine -kısmen de olsa- hak vermemek elde değildir. Neden derseniz bir Türk’ün, Türkçülük yapması; bir Müslümanın, İslâmcılık yapması kavram ve terim açısından belki de tuhaf kaçacak, tuhaf karşılanacak bir durumdur. Zira Türkçü değil, Türk; İslâmcı değil, Müslüman olmaktır asl’olan. “Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir.” derken Hüseyin Nihâl Atsız da bu gerçeği dile getirmiştir aslında. Tam da bu noktada bir şerh koymamız gerekmektedir. Türkçülük; özünde Türk milliyetçiliği, Türk Birliği (Turan) ülküsü olarak kabul edildiği anda Alkan’ın görüşlerinin hiçbir geçerliliğinin kalmayacağı da bilinmelidir. Çünkü bu duygular, olgular Türklerin en doğal hakkıdır. Yine “burjuvazi” suçlamasının (itham) -kasıtlı olmasa bile- tamamen uydurma ve hakkaniyetten uzak olduğunu belirtmek zorundayız. Zira günümüzde hangi akımların sermaye ile içli dışlı olduğu; hangi akımların, kendi sermayesini oluşturduğu apaçık (ayan-beyan) ortadadır. TÜSİAD’la anlam bulan Batıcı/Liberaller ve dahi İslâmcı/dincilerin MÜSİAD, TUSKON gibi sermaye kümeleri (group) ile nasıl içli-dışlı olduklarını; buna karşılık (mukabil) Ülkücü/milliyetçilerle Devrimci/Sosyalistlerin, sermaye sınıfına mesafeli bir şekilde fikrî mücadeleye devam ettiklerini görmemek için kör olmak gerekir. Ülkedeki her bir cemaatin, tarikatın birer holdinge dönüştüğü de ortada iken üstelik!..
Aslına bakarsanız (hadd-i zatında) 1940’lı yıllardan bu yana devlet yönetiminde etkili olan Batıcılık, Türk milletinin tüketici bir toplum olmasının yolunu açmıştır. İyi de üretim bilgisi, becerisi (kapasite) gelişmemiş bir topluma kapitalist dünya düzeni karşısında onurunu (haysiyet), kişiliğini (şahsiyet) ve dahi bağımsızlığını (istiklâl) koruyabilir mi? Hayır!. Dahası tüketici toplum, sömürgeciliğin (imperialism) bir sonucu (tezahür) değilse; nedir? Kimilerinin ağzında geyik muhabbeti olmaktan öteye geç(e)meyen Batıcılık, Devrimcilik, İslâmcılık muhabbetlerini bir tarafa bırakıp; ivedilikle biraz da bu meseleye kafa yormak en akıl kârı iş olacaktır. Özetle; her bir vatanseverin gütmesi gereken dava -sezgi (feraset) timsali Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün de buyurduğu üzere- öğrenmek, çalışmak ve milletin geleceğini güven altına almak olmalıdır.
Aziz Dolu Atabey
Serik-3 Mayıs 2008