YOLUNU KAYBEDEN ADAM
Nazim Əhmədli şair-publisist
Kırımın sesi qazetesinin Azərbaycan təmsilçisi
Orhan Aras
YOLUNU KAYBEDEN ADAM
Köln’de otuz yıldan fazladır yaşayan bir dostum bir kez arabasıyla beni Köln Tren İstasyonuna götürecekti. Arabaya biner binmez navigasyonu ayarlamaya başladı. O navigasyonla uğraşırken ben şaşkın şakın ona bakıyordum.
“Otuz yıldır bu şehirde yaşıyorsun, tren istasyonu nerededir bilmiyor musun?” diye sordum.
Güldü.
“Vallahi bu navigasyonlar bizi kör etti,” dedi. “Navigasyonsuz artık evi bile bulamıyorum.”
Doğrusu ben ne zaman Bakü’ye gitsem özellikle Azerbaycan navigasyonuna hayran olurum. Nedeni de beni her defasında Bakü’de sokak sokak gezidirir, bir sağa, bir sola yönlendirir, gideceğim yerden on kilometra daha uzağa beni götürerek şehri daha iyi tanımamı sağlar. Tabii ki, eve geç gittiğimde navigasyona uyup yolu kaybettiğimi de asla söylemem! “Bugün daha fazla yerler gördüm,” diye kendimi teselli ederim.
Bu yıl nedense Bakü’de daha çok kayboldum. Bu kayboluşlar o kadar uzun sürüyordu ki küçük defterime “Göreceğim yerler” diye not aldığım yerlerden on kat daha fazla yer gördüm. Her defasında o herkesin bildiği kocaman Heyder Eliyev prosbektinin yakındaki evi bulacağım diye gidip Bibiheybet camisinin önüne çıkmış, oradan da yorgun argın şehrin ışıklarına bakarak teselli bulmuştum.
Merhum Tofig abi (Tofig Abdin) bana hep sitem ederdi. “Yahu, halkın bindiği otobüse binsene,” derdi. Belki de onun sözünü dinlemediğim için bu kadar şehirde kayboluyordum. Her yerde nedense aklıma hep Tofig abi geliyordu. Tesadüfe bakın bu kez kaldığım ev de onunla ilk tanıştığım yere yüz adım uzaklıktaydı. Eski Tercüme Merkezi ve 525-ci qazetin olduğu yerde ne kadar onunla sohbet etmiştik! Konuşurken sağ parmağını havaya kaldırışı, sesini yükseltmesi, sonra çocuksu bir tavırla gülmesi hâlâ gözlerimin önündedir. Nedense bu kez bir türlü cesaretimi toplayıp da oğlu ve hanımı ile görüşmeye gidemedim.
Bu yıl Tofig abinin yerini adeta şair Nazım Ehmedli almıştı. Hergün iki kez telefon açıyor, ne yaptığımı soruyordu. Mülayim, güzel gülen ve her sözü şiiri andıran Nazim bey Laçın’ın dağlarını, derelerini, akar sularını toplamış şiirine katmıştı. Almanya’dan gelen oğlu Vüsal da aynen kendisi gibi sanatçı ve temiz ruhlu bir gençti. Onlarla buluştuğumuzda yaptığımız sıradan sohbetlerde neler yoktu ki… En çok da kırk dört günlük savaştaki zaferden ve insanlarımızın özgüveninin yerine gelmesinden konuşmuştuk.
Nazim beye de Bakü’de navigasyona uyarak kaybolduğumu asla söylemiyordum. Biliyordum söylesem, yeşil mercedesini her sabah kapının önüne getirecekti.
Azerbaycan’dan ayrılmamın üzerinden bir aydan fazla süre geçmesine rağmen her sabah uyandığımda yine telefondan Nazim beyin sesini duyacağım duygusuyla telefona bakıyorum.
Bakü’de görüşemediğime en çok üzüldüğüm insanlardan biri de Yusif Savalan’dı. onun kederli yüzü gözlerimin önüne geldiğinde hep Hocalı faciasını hatırlarım. O duruşu, konuşması ile sanki Hocalı’nın bütün sorumluluğunu kendi üzerine almıştı. Kamal Abdulla’nın “Unutmağa Kimse Yok” romanın almancasını benden istemişti. Yanımda getirmiştim. Bunu ona telefonla haber de verdim. Beni evine davet etti. Ama ev davetlerinden korktuğum için onunla görüşemedim. Azerbaycan’da ev davetleri erkeklere büyük keyif verse de evdeki hanımın durumunu gözlerimin önüne getirir ve mecbur kalmasam ev davetlerine gitmemeye çalışırım. Tabii ki beni bir kafede çay içmeye davet eden ama arabasına biner binmez eve götüren arkadaşım Prof. Cengiz Abdullayev’i kastetmiyorum.
Elbette şair dostum Ejder Ol’un gölgesini şehrin her köşesinde görecek ama kendisiyle görüşemeyecektim. Uzun boyu, sert bakışları ve duru gülüşüyle şimdi kimbilir nerede hüzünlü şiirler yazıyordu? Oysa onunla Lo romanı üzerinde bir tartışma yürütmeyi o kadar arzulamıştım ki! Ayrıca Azerbaycan edebiyatında önemli gördüğüm yazarlardan değerli yazarımız Eyvaz Zeynalov ve edebiyatımızın en gayretli âlimlerinden Bedirhan Ahmedov’un davetlerini ve telefon görüşmelerimizi de kaydetmeliyim.
Neyse… Bakü’de kaybolduğum anları anlatmaktan korkarak başka konulara daldığım belli oldu. Yine de en büyük kaybolşumu yazmadan geçmeyeyim.
Bakü’de son kayboluşuma ise meşhur alimimiz Prof. Tofik Melikli sebep oldu. Onunla yıllar önce “Azerbaycan,” “azeri” meselesi üzerinde tartışmıştık. Sonra birbirimizi daha yakından tanımaya başladık. Mektuplaştık, onun diğer kitaplarını da okudum. Bakü’ye gidişimi nasılsa öğrenmişti. Şehrin merkezinde bir kahvede buluştuk. Kahvede müzik sesi yüksek olsa da umursamıyorduk. Ama büyük bir iştahla ısmarladığımız “şinitzil” tahta gibi çıkınıca kahveden yükselen müzik daha da asabımızı bozdu. Neyse ki genç restoran sahibi nazik adamdı. Müziğin sesini kıstı, yemeklerimizi değiştirdi ve biz yeniden tatlı sohbetimize geri döndük. Etrafımızı adeta Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Orhan Kemal sarmıştı. Tofik Hoca, tatlı anlatımı ve gülüşü ile o günlerde yeninden yaşıyormuşcasına hatıranının birini bitirip birini anlatıyordu. Ben daha çocukken o Anadolu’daymış ve Türkiye’nin o zor dönemlerini yakından görmüş, bizim ulaşılmaz gördüğümüz aydınlarıyla yakından tanış olmuştu. Sıcaktan ve gürültüden yorulduğumuz için kahveden kalkmak zorunda kaldık. Sohbeti daha da uzatmak için yeniden sözleştik. Bu kez korktuğum şey başıma geldi. Beni evine davet etti. “Aman ben ev davetlerinden korkarım,” deyince de kahkaha ile güldü. “Burası ev değil, bağdır ve aynen Türkiye’de olduğu gibi bir konukluk olacak, merak etme” dedi. “Tamam,” dedim ve bir kaç gün sonra meşhur navigasyonumu verilen adrese doğru ayarladım. Tofik Hoca bana Bilgeh’in sahil yolunu tarif etti ama ben onu dinler miyim? İlla bu şehirde kaybolmalıydım. Navigasyon bizi şehrin en kuytu ve karışık semtlerine götürse de aldırmıyordum. Modern adam, hele Avrupa’dan gelmiş biri tekniğe güvenmeliydi! Hoca her yarım saatte bir telefon açıyor, nerede olduğumu soruyordu. Ben nerede olduğumu bilsem yolu bulacaktım ama işin kötüsü nerede olduğumu da bilmiyordum. Tam bir buçuk saat sonra öyle bir yere gittim ki, baktım artık orada yol kalmamış. Navigasyona en güzel küfürleri ettikten sonra çaresizce etrafa baktım. Yakında orta yaşlarda biri arabasının yanında durmuş telefonda konuşuyordu. O anda Hoca yeniden aradı. Artık hocaya “geliyoruz, birazdan oradayız,” demekten yorulmuştum. Hiç birşey demeden telefonu arabanın yanında durmuş adama uzattım. Adam önce birşey anlamdı, şaşkınlıkla bir telefona bir de bana baktı. Tereddütle elimdeki telefonu alıp kulağına götürdü. Sonra telefonda Hoca ile konuşunca işin ne olduğunu anladı ve “Ben sizi götürürüm merak etmeyin,” dedi. Önce ona nerede olduğumuzu sordum. Olur ya, şaşırır Sumgayıt’a kadar gitmiş olabilirdik. İyi ki Bilgeh’in etrafında dolaşıyormuşuz. Adam arabasına atladı, önümüze düştü ve bizi Hoca’nın kaldığı yere götürdü. Ne kadar para vermeye çalışsam da almadı. Hoca’nın evinde, masanın üzerindeki yaprak sarması biraz soğumuştu ama olsun! Güzel sohbetler herşeyi yeniden ısıtmaya başladı. Tofik Hoca’nın üst perdeden patlayan kahkahaları bizi kâh Moskova’ya, kâh İstanbul’a götürüyordu. Yaşar Kemal ile İstanbul boğazında boğulmaktan zor anda kurtuldukları hikâyesini bir başka yazıda anlatırım.
İnsanın sevdiği bir şehirde kaybolmasının tadına doyum olmuyor! Herkese tavsiye ederim!