GenelGüncelKültür SanatTürk Dünyası

TÜRK TARİHİNDE VE ANADOLU TARİHİNDE CUMHURİYET İLK DEFA ATATÜRK TARAFINDAN Mİ KURULDU ?

TÜRK TARİHİNDE VE ANADOLU TARİHİNDE CUMHURİYET İLK DEFA ATATÜRK TARAFINDAN Mİ KURULDU ?
Uğur Utkan
Uğur Utkan
Bugüne kadar gerek Türk devlet nizamının cumhuriyet rejimiyle tanışması olsun gerekse Anadolu’da kurulan ilk cumhuriyet yönetimi olsun cumhuriyet ile ilgili görüşler iki uçta incelenmiştir:

Birinci görüş:

“Asırlar boyunca başta Osmanoğulları olmak üzere tüm hanedanlar milletimizin egemenlik ve saltanatına zorla gasp ederek el koymuşlardı. Osmanlı döneminde de Osmanlı’dan önce de bu musallat olmalarını hep sürdürmüşlerdi. Şimdi de, Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, egemenlik ve saltanatını, isyan ederek kendi eline açıkça almış bulunuyor. Bu bir oldu bittidir. Tüm hanedanlar halkımızı asırlardır hakir gördü, aşağıladı, köleleştirdi. Saltanat kalktı, 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. Ancak bu şekilde zincirlerimizi kırdık, “insan”lık katına ancak böyle terfi edebildik.” şeklinde olmuştur.

Bir diğer görüş ise

“Bir gecede tarihimizi yok ettik, ruhsuzlaştık, kimliksizleştik. Murdar bir hale döndük. Cumhuriyet ile tarihimize, Osmanlı’ya darbe yapıldı.” şeklinde dillendirilmiştir.

Peki yıllara dayanan bir sürece dayanmamış, uzunca bir serencamı kendine temel edinmemiş, tarihsel bir perde gerisi olmayan bir sistemi “Ben yaptım oldu” mantığıyla bir gecede kurmaya çalışmak, dahası o topluma bilmediği bir sistemi zorla benimsetmek ve böylece o sistemi sağlam temellere oturtmak mümkün mü?

Bizce değil. Zira böyle bir bakış açısının bilimsellikten uzak olduğu vakıadır ki her toplum eşiğine geldiği veya içine girdiği toplumsal süreçlere uygun kurumları ve ideolojiyi kabul eder. Ayrıca bir gecede yapılan rejim değişikliği eğer tarih ve düşünce bakımından bir perde gerisine sahipse ancak sağlam temellere oturabilir. Türkiye Cumhuriyeti de bugün sapasağlam temellere sahip durumdadır. İşte bu yüzdendir ki Türk milleti ve Türk devlet yapısı cumhuriyet sistemine yabancı değildir.

Resmi tarih yazmasa da Anadolu’da ve Türk tarihinde kurulan ilk Cumhuriyet, Türkiye Cumhuriyeti değildir. Ve Türk devlet nizamının cumhuriyet rejimiyle tanışması Osmanlı’dan da eskiye dayanmaktadır. Bundan dolayıdır ki Türk milletinin ve Türk devlet yapısının cumhuriyet rejimini ilk defa tanıma tarihi 1923 yılı değil, 1290 yılıdır. Aslında 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletinin ve Türk devlet nizamının kurduğu ilelebet payidar kalacak olan son cumhuriyettir.

TÜRK DEVLET NİZAMININ CUMHURİYET EVRELERİ

Yıllar boyunca yeteri kadar acı, savaş, yokluk gören Türk halkı; daha iyi şartları, daha iyi bir yaşamı, daha büyük başarıları hak ediyordu. Ancak bütün bunların yapılabilmesi için yine temelin halkla birlikte atılması ve halkın iradesine öncelik verilmesi gerekiyordu. Bunun için de artık kendisini yönetecek kişileri halkın kendisi belirlemeliydi. Halk, kendisini yönetecek kişiyi kendisi belirlemezse, yöneten kişiden memnun kalmadığında değiştiremezse bağımsız olamazdı. Yani “Egemenlik kayıtsız şartsız milletin” olmalıydı.

Ancak bunun olabilmesi için halk “Cumhuriyet”i çok iyi anlamalıydı.

Ancak bunun anlaşılabilmesi için evvela “Cumhuriyet”in bu topraklardaki ve Türk devlet nizamındaki tarihsel kökleri iyi anlaşılmalıydı.

Zira bu topraklar ve Türk devlet nizamı “Cumhuriyet”e yabancı değildi ve alışıktı. Öyle ya, hem köklü ve iftihar edilecek bir tarihimiz olduğunu söyleyeceğiz, hem de “Cumhuriyet”in Anadolu tarihinde ve Türk tarihinde ilk defa ilan edilişini en kaba iplerle 1923’e bağlayacağız. İşte bu olmadı!

Olmadı, zira Türk devlet nizamının cumhuriyet rejimiyle tanışması ve Türklerin ilk defa bir cumhuriyet rejimi tesis etmesi 1290 yılında gerçekleşmiştir.

Moğol istilasından kaçan Horasan Türk’ü asıllı Ahilerin Ankara’da gelip 1354’e kadar varlığını ve bağımsızlığını sürdürdüğü yeterince anlamlı ve kayda değer değil mi?

Ahiler 1290-1354 arası Ankara’da hüküm süren bir şehir cumhuriyeti kurmuşlardı.

ANKARA (AHİ) CUMHURİYETİ

Siz Anadolu’da ilk Cumhuriyet’in Türkiye Cumhuriyeti olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz… Hem Anadolu’da kurulan ilk Cumhuriyet rejimi hem de tarihsel olarak Türklerin kurduğu ilk cumhuriyet Ankara’da kurulan Ahi Cumhuriyeti’dir. Adil Gülvahaboğlu’nun yazmış olduğu “Ahi Evran Veli ve Ahilik” adlı kitabında da belirttiği gibi seneler, asırlar önce Horasanlı Türkmen Ahiler de ‘halka ve emeğe’ dayanan bir ortaçağ cumhuriyetini Ankara’da kurmuşlardı. Tarihte ilk Türk Cumhuriyeti altmış dört yıl süren bu ‘Ahi Türkmen Cumhuriyeti’dir.

Türkistan’ın büyük kentlerindeki (Buhara, Semerkant, Taşkent gibi) Türk esnaf ve zanaatkârlar 13. yüzyıl başında Moğol hükümdarı Cengiz’den kaçarak Selçuklu’ya sığınır ve Ahi örgütlerini kurarlar. Ahi sözcüğü Arapça “kardeş”, Türkçede “cömert ve yiğit” anlamında kullanılır. Bu ikinci büyük Türk göçü, Anadolu’ya, özellikle de ticari önemi olan Ankara’ya olur.

Ankara’daki askerî otoritenin zayıflamasını fırsat bilen Ahiler yönetimde rol almaya başlar. (Koşay 1935, 22; Aktüre 2000, 18.)

Sonunda Ahi beyleri Moğollar’ın denetiminde yönetimi de ele alır. Ankara’da 1290’da güçleri eline geçiren Ahiler bu tarihten 1354 yılına kadar Ankara’yı ellerinde tutmuşlar, 1362 yılında da kendilerini feshetmişlerdir. Ünlü gezgin İbn Battuta’ya göre Ahiler, bir belediye başkanı veya bir emir gibi kentte görev yaparlar. Ve ilginç bir şekilde, Ahiler burada bir cumhuriyet idaresi kurmayı başarmıştır. Osmanlı’nın Ankara’yı fethine kadar burada bir Ahiler Devleti şeklinde gelenek, emek ve barış prensipleri içinde, ilgi çekici bir dürüstlükle devam ettirirler.

Ahi hükümeti bir derviş-esnaf cumhuriyeti olup bir bakıma Roma, Yunan site cumhuriyetlerine benzemektedir. Ahi Cumhuriyeti; kendi yasa ve kurallarına uyarak halka hesap veren, kendi askeri ve hukuki gücü olan bir yönetim biçimi oluşturmuştu.

Büyük Önder Atatürk, “Fütüvvetname” denilen bir çeşit anayasaları da bulunan ve tarihe “Ankara’nın ilk cumhuriyet deneyimi” olarak geçen Ahi yönetiminden 15 Ocak 1923’te Eskişehir’de gazetecilerle ve halka yaptığı görüşmede şöyle söz eder:

“Selçukluların yıkılmasından sonra Anadolu’da küçük değişik yönetimler yanında yalnız Ankara’da bir cumhuriyet yönetimine rastlıyoruz.” (İnan, 1996)

Atatürk yine 6 Mayıs 1924’te gazeteci Yunus Nadi’ye verdiği bir mülakatta şöyle anlatır:

“Ben Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihten öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Hakikaten Selçuklu idaresinin bölünmesi üzerine Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken bir ‘Ankara Cumhuriyeti’ni görmüştüm. Tarih sahifelerinin bana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim o gün gördüm ki, aradan geçen asırlara rağmen Ankara’da hâlâ o cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor. Türkiye’nin hemen bütün bölgelerini (menatıkını) gezdiğim ve gördüğüm için hükmettim ki, o zaman isimleri cumhuriyet olmayan diğer yerlerin bugünkü halkı da aynı kabiliyetten asla uzak değildir… beni, Türkiye’nin en münasip merkez ankara olabileceğini düşünmeye sevk eden ilk vesile çok eskidir ve bilimseldir (fennidir).” (Meydan, 2019)

Bir çeşit lonca örgütü olan ve en güçlü merkezi Ankara olarak bilinen Ahiler’in döneminde ticaret çok gelişir. Sofçuluk ve dericilik kente özgü meslekler olarak önem kazanır. Esnaf teşkilatı olan Ahilik, bu dönemde kurumlaşır. Ahiler; göçebe yaşamdan yerleşik düzene, kentleşmeye geçişi hızlandırırlar ve ticarete birtakım ahlaki ve mesleki kurallar getirirler. (Çağatay 1976, 429, 435)

Ahiler’in aynı zamanda askerî bir eğitim aldıkları da bilinir. Bu teşkilata ilk giren Selçuklu da I. İzzeddin Keykavus olur.

Ankara’da 14 ve 15. yüzyıllarda yapılan Ahi eserleri olarak; Ahi Şerafeddin Camii ve Türbesi, Ahi Elvan, Ahi Arap (Hacı Arap), Tabakhane (Debbağhane), Direkli ve Hacettepe camileri, Hacı İvaz (Helvai), Eyüp, Geneği, Ahi Yakup, Yeşil Ahi, Saraç Sinan, Ahi Tura, Poyracı, Kulderviş, Molla Büyük, Örtmeli (Hoca Hundi), Sabuni (Karanlık), Balaban, Boyacı Ali, Hacı Doğan, Hacı Seyid, Hemhüm, Rüstem Nail (Dındın), Gecik ve Şeyh İzzeddin mescitleri sayılabilir. Bu eserlerin ortak özelliği mimarisinin son derece sade oluşu fakat iç süslemelerinin nakkaşlar (Nakkaş Mustafa, Ebubekiroğlu Mehmed gibi) tarafından büyük bir zevk ve incelikle yapılmasıdır.

Osmanlı-Ahi bağı

Eratna’nın 1352 yılında ölümü üzerine çıkan karışıklıktan Osmanlılar yararlanır. 1354 yılında Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa tarafından Ankara, geçici olarak “görevli özerklik” verilerek Osmanlı Devleti’ne bağlanır. Kent, 1362 yılında ise Sultan I. Murad Hüdavendigâr (1362-1389) tarafından Ahilerden anlaşmayla savaşsız bir biçimde kesin olarak alınır. (Koşay 1935, 26.)

I. Murad’ın komutanlarından Sunkur Paşa Ankara’yı kuşatır. Bahtiyar Bey’den memnun olmayan Ankaralılar, kaleyi savaşmadan Paşa’ya teslim ederler. I. Murad’ın daha sonraları Ahi olduğuna dair bilgiler vardır. Bütün Anadolu Beylikleri, Osmanlı’ya katıldıktan sonra Kütahya’da bulunan Anadolu Beylerbeyi merkezi, 1393’de Ankara’ya taşınmışsa da 1462’de merkez tekrar Kütahya’ya nakledilir.

Kentte Ortodoks sayısında önemli bir azalma olmasına rağmen, 15. yüzyıl sonlarına kadar Ankara metropolitlik seviyesini korur. Osmanlılar duruma hakim olsalar da Ahilik kentte yine çok önemlidir. Ahiler, edebiyat tarihçisi Abdülbaki Gölpınarlı’ya göre “devlet içinde devlet” gibidirler. Yönetimde hep söz sahibidirler ve Ankara’yı bir “kent devleti” gibi yönetilirler. (Aktüre 2000, 19.)

Ahi Beyliği, Türk tarihinin ilk ve tek kent cumhuriyeti olarak bilinir. Bu idareye cumhur reisliği yapan isimler sırasıyla şunlardır:

1.Ahi Hüsameddin I.Hüseyin Efendi (1290-1296)

2.Ahi Şerafeddin Mehmed Efendi (1296-1332)

3.Ahi II.Hüseyin Efendi (1332-1354)

OSMANLI’NIN HİMAYESİNE GİREREK VARLIĞINI SÜRDÜREN RAGUSA (DUBROVNİK) CUMHURİYETİ

Türk devlet nizamının Cumhuriyet rejimiyle ikinci defa teması 1365 yılında gerçekleşmiştir.

Dubrovnik’e Türk kaynaklarında da (eski adıyla Ragusa) rastlanmaktadır. Bu kentte kurulu şehir-devleti olan Ragusa Cumhuriyeti Sultan I. Murad’ın tanıdığı ayrıcalık karşılığında 1365’te Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesine alınmış ve yıllık vergiye tâbi tutulmuştur. Ragusa Cumhuriyeti ise vergi vermesi ve Osmanlı himayesine girmesine karşılık çeşitli imtiyazlardan faydalanarak, Türk topraklarında serbestçe ticaret yapma, yabancı ülkelerde ise tüccarlarının ve ticaret gemilerinin haklarının Osmanlı Devleti tarafından himaye edilmesi haklarını iktisap etmiştir. Bu haklar mucibince, Ragusa Osmanlı Devleti’ne tabiyette tereddüt etmemiş, bunun karşılığında devletin topraklarında Osmanlı garnizonu bulundurulmamıştır. Ragusa Devleti 1509’da Hindistan’ın batı kıyılarında yer alan Diu şehrinin kuşatılması sırasında Osmanlı birlikleri ile birlikte Portekizlilere karşı savaşmıştır.

Dubrovnik (Ragusa) Cumhuriyeti ile Osmanlı Devleti arasındaki derin ilişkiler Türkiye’de akademik çevrelerde epeydir biliniyor. Çok sayıda olmasa da birkaç Osmanlı tarihçisi, Hırvatistan’ın Dubrovnik şehrinde bulunan Dubrovnik Devlet Arşivi’nde korunan Osmanlı Türkçesiyle yazılmış yaklaşık  15.000 belgenin Osmanlı-Türk tarihi açısından öneminin farkındalar. (Emecen- İ. Bostan, Ankara 1998, s. 917–920.)

Osmanlı döneminde en parlak devrini yaşayan Dubrovnik’in bu büyük imparatorluk ile kurduğu ilişki dikkate değer bir durumdadır.

Osmanlı-Dubrovnik ilişkilerinin temeli harac ve gümrük ilişkilerine dayanır. Hristiyan dünya ile (Venedik ve Habsburg) Müslüman dünyası arasında (İstanbul) tarafsız bir devlet olarak kalmaya çalışan Dubrovnik Cumhuriyeti uzun yıllar İstanbul sultanlarına haraç ödemiştir.

Dubrovnik, Osmanlı devletine en sadık ve en eski zamanlardan beri haraç ödeyen tarafsız bir devletti. Ödemeleri karşılığında Osmanlı devletinden belirli imtiyazlar (kapitülasyon) elde etmişti. Osmanlı ülkesinden et ve hububat (3.000 mud buğday ve 3.000 mud darı) ithal edebiliyor, tuz tekelini elinde tutuyor, mercan ticareti yapıyor ve barutun hammaddesi olan güherçileyi Osmanlı ülkesinden ithal edebiliyordu. Dubrovnikli tacirlerin Osmanlı ülkesinde özel imtiyazları vardı.

Dubrovnik ve Osmanlı Türkiye’sinin ilişkileri hem çok yönlü hem de çok renklidir.Çünkü söz konusu olan sadece ticari ilişkiler değildir.Dubrovnik,Türklerin 16.yüzyıl Akdeniz ve Avrupa politiklarında önemli bir yer tutar.Casusluk diplomasi,ticaret ve askeri gücü kapsayan çok yönlü bir ilişkiler yumağı söz konusudur.

Dubrovnikli tüccarların asıl fonksiyonu istihbarat sağlamaktı. Radyo, gazete ve televizyonun olmadığı o dönemlerde Osmanlılar için bir nevi Dubrovnikliler  “medya” vazifesi görüyordu.

Uzun süre Osmanlı sultanlarının casusu olarak İstanbul’a hizmet eden Dubrovnikliler

özellikle 1703 yılından sonra Mağripli korsanların kendi kıyılarına saldırılarını sultanlarının önleyememesinden çok şikâyetçi olmuşlardır. Çeşitli olayları soruşturmak için on altıncı yüzyıl sonlarında Neretva kaptanı, İmotski ve Gabela kadılıkları oluşturulmuş ve zaman zaman Dubrovnik’e Osmanlı çavuşları gönderilmiştir.

Osmanlı Devleti ve Dubrovnik ilişkileriyle ilgili geniş kapsamlı çalışmaların bugüne kadar Türkiye’de yapılmamış olması,tarih yazıcılığımız açısından büyük bir eksikliktir.

Dubrovnik Devlet Arşivi’nde Acta Turcorum ve Acta et Diplomata serisinde çok sayıda Türkçe belge bulunuyor. Bunlar Sultanların beratları, fermanlar, muahedenameler, hattı hümayunlar ve diğerleridir. Bunlar içerisinde özellikle Sultanların fermanları pek değer taşır.

Bu koşullar altında 1808 yılında Napoleon komutasındaki Fransızların şehri işgaline kadar Dubrovnik ile Osmanlı Devleti arasında kurulan iyi ilişkiler, istisnai durumlar dışında bozulmadı. 1808’deki işgal, bölgedeki Osmanlı himayesi gibi Dubrovnik Cumhuriyeti’nin varlığının da sonunu getirmiştir.

OSMANLI’NIN BÜNYESİNDE KURULAN YEDİ ADA CUMHURİYETİ

Newton’un kafasına elma düşünce yerçekimi kanununu bulduğu efsanesi gibi, Cumhuriyet’in de 1923’e kadar ne Anadolu’da ne de Türk tarihinde hiç kurulmadığı efsanesine inananlar bakalım Türkiye Cumhuriyeti’nden 123 yıl önce ilan edilen Yedi Ada Cumhuriyeti’ne ne diyecekler?

1800’de Osmanlı Devleti himayesinde kurulan Yedi Ada Cumhuriyeti’nin, kapağı görülen anayasası Padişah tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girmişti. Üstelik Yedi Ada Cumhuriyeti’nin başkenti Korfu’da Meclis binası bile vardı.

Yedi Ada Cumhuriyeti, Türk devlet nizamının cumhuriyetle üçüncü defa temas edişidir.

Osmanlı’ya uzaylı gibi bakanlar

Osmanlı tarihine keşke sadece uzaylı gibi baksalardı, ona razıydık. Hem uzaylı gibi, hem de düşmanca bakmışlar. Özellikle son yılları itibarıyla Osmanlı’nın aleyhine kullanılabilecek bütün veriler seferber edilmiş, lehine yorumlanabilecekler de ya görmezden gelinmiş ya da çarpıtılarak aleyhine çevrilmiştir. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalar ve çalışmalarla tarihimizin küller altında yatan kısımlarına ulaştıkça Osmanlı’nın aleyhine, tarihçilikte adeta bir Haçlı Seferi ilanında bulunarak Osmanlı’nın aleyhine uygulanan düşman hukukunun püskürtülmeye başlandığını görmekteyiz. Misal mi? Buyurun, Georgetown Üniversitesi’nden Kahraman Şakul’un “Osmanlılar Fransız İhtilali’ne karşı” başlıklı ezber bozan çalışmasına göz atmaya (“III. Selim ve Dönemi”, İSAM, 2010, s. 255 vd.):

“Osmanlılar ve Ruslar tarihlerinde ilk defa ittifak kurarak ortak bir filoyla Fransız işgalinde tutulan Yedi Ada’yı ele geçirip “Cezayir-i Seb’a-i Müctemia Cumhuru” adında bir cumhuriyet kurmuşlardı. Bu adalarda Osmanlı tabiiyetinde ve Rus korumasında kurulan cumhuriyet idaresi varlığını 1807’ye kadar korumuş, bu sırada Osmanlılar Adriyatik’te Fransızlara karşı senelerce filo gezdirmiş, cüz’î miktarda da olsa İtalya’ya paralı askerler göndermiş, Osmanlı donanması Ankona ve Otranto gibi İtalyan şehirlerinin Fransız işgalinden kurtarılmasında görev almıştı.”

Demek ki, bizim battı bitti dediğimiz yıllarda Osmanlı Devleti Akdeniz’de Rusların desteğiyle bir cumhuriyet kurmuş, Adriyatik’te filo yüzdürmüş, İtalya’ya paralı askerler göndermiş ve asıl önemlisi, Fatih zamanında fethedilen Otranto’ya asırlar sonra yeniden asker çıkarmıştı. Bu hiç de alışık olmadığımız Osmanlı resminin yanına TTK’nın Osmanlı Tarihi’ni yazma görevi verdiği Enver Ziya Karal’ın Osmanlı’nın dünyadan habersiz olduğunu ispatlama çabalarını koyarsanız mevcut tarihin bizi nasıl bir hapishaneye tıkmak üzere kurgulandığını anlamaya başlarsınız.

Güya Osmanlılar o kadar ahmakmışlar ki, Napolyon’un Mısır’a saldıracağını akıllarına sığdıramamışlar ve saf saf Mora veya Arnavutluk’a saldırmalarını beklemişler. Ali Efendi’nin raporlarından bu sonucu çıkaran Prof. Karal’ın belgeleri çarpıttığını ileri süren Kahraman Şakul, orijinal belgede Ali Efendi’nin kendi fikrini değil, Fransa Dışişleri Bakanı Talleyrand’ın görüşünü aktardığını, oysa Karal’ın bunu Osmanlı elçisinin kendi görüşü olarak yansıttığını zarif bir tarzda yakalıyor.

Bu çarpıtma E. Z. Karal eliyle bizim tarihçiliğimize, Bernard Lewis eliyle de Batı tarihçiliğine transfer edilmiş, böylece etraflarında olan bitenlere aval aval bakan bir Osmanlı resmi, tarih galerimizin en görünür yerine asılmıştır. Lakin genç araştırmacılar, tarihimizin özgürleşmesine ve gerçek yerine oturtulmasına var güçleriyle çalışmaktalar. Var olsunlar.

Osmanlıların en güçlü oldukları zaman dahi alamadıkları bazı ada ve kalelere asker çıkarıp ay-yıldızlı bayrağı astıklarını öğrendiğimiz bu seferler sırasında Napoli’ye çıkıldığında çok ilginç bir olay cereyan etmişti. Napoli, halkı arasında asker bulunmadığını görünce Osmanlı “Kapudane”si, 600 İtalyan bulmuş ve bir belgede geçtiği gibi onlara “ehl-i İslam kisvesi giydirüp beraber istihdam etmiş”ti. Yani İtalyanlara Osmanlı askeri kıyafeti giydirip asker yapmıştı. Üstelik bizim şaşırdığımız bu hale Sultan III. Selim hiç şaşırmamıştı.

Dr. Şakul’un dikkatimizi çektiği bir başka olay da ilginçtir. “Şehper-i Zafer” adlı gemisiyle Ankona kuşatmasına katılan “başbuğ” Sofalı İbrahim Ağa, Ömer Seyfeddin’in kalemine düşse harika bir hikâye çıkaracağı kesin olan bir macera yaşamıştır. Kuşatma sırasında askerin firar etmemesi için İstanbul’dan gönderilemeyen maaşlarını, Rus komutanın kefaletiyle borç aldığı 10 bin İspanyol Riyali’yle ödemiş ama devletten izinsiz aldığı bu para kendisine geri ödenmeyince perişan olmuş, “han köşelerinde sefil” düşmüş, Bâbıâli’ye yazdığı mektupla yardımcı olmalarını istemişti. Bu paranın çok azı kendisine geri ödenince hastalanmış ve görevine devam edemez olmuştu.

Aynı yazıdan ilk “modern” Osmanlı hastanesinin daha 1799’da, yani daha Yedi Ada Cumhuriyeti’nin ilanına 1 yıl varken 1 yıl sonra içinde Meclis binasının bile olacağı bir başkente dönüşecek olan Korfu adasında kurulduğunu öğrenmek, modernleşme sürecine yeni bir bakış geliştirmek bakımından çok önemli. Bir tanığın ifadesiyle Korfu hastanesinde her hastaya bir yatak, 4 gömlek, 2 çarşaf vs. verilmekte ve doktorlar günde iki defa hastaları ziyaret etmekteydiler. Hatta hastalara, hastalıklarına göre ayrı yemekler bile veriliyordu.

İşte bu ilginç devirde amfibi harekâtına girişecek denli denizciliğini ilerletmiş olan Osmanlı Devleti, Ruslar ve İngilizler anlaşarak “İyonya adaları” olarak bilinen Korfu, Zenta, Kefalonya, Ayamavra, İtaki Pakso ve Çuka adalarıyla Mora ve Arnavutluk kıyılarında Venedik’ten alınan adalardan bir “Birleşmiş Yedi Ada Cumhuriyeti’nin kuruluşuna katılmış ve yönetmişti. 21 Mart 1800’de imzalanan antlaşmayla Osmanlı himayesine bırakılan bu cumhuriyet, Rusya’nın kefaletinde bulunacak, Osmanlı Devleti’yle bağlantısı bir başka Osmanlı Cumhuriyeti olan Dubrovnik’in statüsüne sahip olacak, 3 yılda bir Bâbıâli’ye 75 bin kuruş cizye gönderecekti. Ayrıca Yedi Ada Cumhuriyeti’nin özel bir bayrağı da bulunacaktı. Üstelik bu cumhuriyetin bir de anayasası olacaktı. Nitekim bu anayasa Osmanlı yetkililerince hazırlanmış ve Yedi Adalıların görüşü alındıktan sonra padişah tarafından onaylanmıştı. Bölge halkı Osmanlı’ya bağlılığını bildirdi. Ülkenin yönetimini ise Osmanlı Padişahı tarafından atanan Venedikli asilzadeler üstlendi.

Osmanlı hükümeti ile Yedi Ada Cumhuriyeti’nin delegeleri arasında karara varılan bayrak şekli hakkında Rus elçisi vasıtası ile müttefik olan Rus hükümetine de malumat verilmiş ve Türkiye’nin bayraktaki 1800 Miladi tarihinin karşılığı ve himaye alâmeti olmak üzere 1214 Hicri tarihini bandıranın sol ve üst kenarına koyduğu bildirilmişti. (Uzunçarşılıoğlu, 1937)

Böylece Avrupa’nın merkezinde bir uydu devlet kuran Osmanlı İmparatorluğu bu sayede hem Napolyon’un işgallerine sert bir cevap vermiş oldu hem de sınır güvenliğini artırma imkânı buldu.

OSMANLI’NIN ÇÖKÜŞ SÜRECİNDE KURULAN HALK REJİMLERİ

Osmanlı yurdu çok geniş olduğundan Yemen’den Libya’ya birçok bölgede geçici hükümetler kurulduğu, emperyalist Batı’ya ve işgalci zalim tecavüzlere karşı direndikleri bilinmektedir.

1878’de Rodop Türkleri Çirmen kasabasında Rus ve Bulgar işgaline karşı bir Hükümeti muvakkate kurmuşlardır. İcra kurulu ihtiyaca göre 20-30 kişiden oluşuyordu ve 100 kadar yerleşim bölgesinden gelen bir “Temsilciler Meclisi’ne sahipti. 20 Nisan 1886’da dağılan bu hükümet 8 yıl, 4.000.000 insanın idaresini üstlenmişti.

1885’te Filibe İslam Cemiyeti yeni bir hükümet kurmak üzere mebus intihab etse de, kongre üyeleri Bulgarların engellemesi yüzünden Meclis binasına gelemedikleri için ölü doğmuştur.

Ezcümle İslam vurgulu halk iradesine dayalı rejimler kurma girişimlerine bakıldığında İslam coğrafyasında hiç kimse Cumhuriyet fikrine asla yabancı ve karşı olmadığı sonucuna ulaşabilmek mümkündür. Bunu anlamak için özellikle Batı Trakya Türk Cumhuriyeti ve Kars İslam Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine bakmak gerek. Türki halkların kültürleri ya da İslam inancı açısından Cumhuriyet ile temelde felsefi bir sorunları olmadığını bu iki örnekte görmek mümkündür

BATI TRAKYA TÜRK CUMHURİYETİ

Yrd. Doç. Dr. Kader Özlem internette halka açık bir şekilde yayınlanan makalesinde özetle şu bilgilere yer vermektedir: “Batı Trakya Bölgesi hiç şüphesiz ki Türk tarihi açısından özel bir konum teşkil etmektedir. Osmanlı Devleti’nin Dağılma Dönemi’nde büyük ve orta ölçekli devletlerin bölge üzerindeki farklı stratejileri ve buna karşılık Türk Devleti’nin ve halkının bu oyunları bozmaktaki azmi Batı Trakya’nın tarihsel ve efsanevi boyutu hakkında bize bazı fikirler verebilir. Ne var ki günümüzde halen popülaritesini koruyan ve Türk-Yunan ilişkilerinde türlü dalgalanmalara neden olan Bati Trakya’nın tarihsel süreç içerisinde incelendiğinde göze çarpan en önemli özelliği, Osmanlı askerlerinin ve bölge halkının kurdukları “Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’dir.”

Osmanlı devleti 1908’den sonra ciddi bir kriz içindedir ve Balkanlardaki varlığını, gücünü koruyamaz. Batı Trakya, 1912’de Balkan Savaşları sırasında Bulgarlar tarafından; ardından Yunanlılar tarafından işgal edilir. II. Balkan Savaşı sonunda imzalanan Bükreş Antlaşması Batı Trakya’yı böler. Bölge Osmanlılar, Yunanistan ve Bulgaristan arasında nüfuz mücadelesine sahne olur. Batı Trakya halkı, kendi iç iradesi ile bu çekişmelere son vermek maksadı ile 12 Eylül 1913’te Garbi Trakya Müstakil Hükümeti adıyla yeni bir devlet kurmuştur. Başkent Gümülcine’dir. Yönetim şekli Cumhuriyettir.

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti, Azerbaycan Türk Cumhuriyeti’nden 5 yıl önce, Türkiye Cumhuriyetinden 10 yıl önce hayat bulmuştur. Devletin bayrağındaki, ay yıldız, Anadolu’ya bağlılığı siyah matemi, yeşil Müslümanlığı, beyaz ise aydınlık günleri temsil etmekteydi.

İlginçtir, şurayı devlet üyeleri, dünyaya seslerini duyurmak üzere “Batı Trakya Ajansı” adı altında bir ajans kurmuşlardır.

Kader Özlem bu konuda söz konusu çalışmasında şöyle der: “Bu ajansla ilgili olarak “Samuel Karaso adında bir Yahudi’yi görevlendirilmişlerdir. Türkçe ve Fransızca yayın yapan bağımsız anlamına gelen “independant” isimli bir gazete çıkarılmış; hatta Süleyman Askeri Bey tarafından Batı Trakya için milli bir marş bile kaleme alınmıştır. Yunan ve Bulgar posta pulları geçersiz sayılmış ve yerine hükümet tarafından yeni pullar bastırılmıştır. Batı Trakya’nın Bulgarlara karşı savunulması amacıyla savunma planları yapılmış ve askeri kuvvetler buna göre tertiplenmiştir.”

Enver Paşa, Balkanlarda çete savaşları ile zaman kazanmak istiyordu. İttihatçılar Teşkilat-ı Mahsusa eliyle halkı silahlandırarak güç toplamaya çalışıyorlardı. Bu işin başında Kuşçubaşı Eşref, onun da emrinde 16 Subay ve 100 erden oluşan bir grub vardı. Bu projenin hayata geçirilmesi ile Gümülcine geri alındı ve burada “Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi” adıyla “Batı Trakya geçici hükümeti” kuruldu. Başkanlığına da Salih Hoca getirildi.

Batı Trakya Bağımsız Hükümeti “Batı Trakya Türk Cumhuriyeti olarak da adlandırılmaktadır. 31 Ağustos 1913’te Gümülcine’de Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi adıyla kurulur. Bayrağı Filistin bayrağına benzer, yeşil üzerine ayyıldız şeklindedir. Geçici hükümetin bakanlar kurulu yanında Erkanı Harbiye reisliği de vardır. Bu yapılar genellikle başkanlık sistemi ile yönetilmekte idiler.

Babıali’nin yabancı devletlerin baskısı altına girmesi ile Garbi Trakya Hükümeti Muvakketesi bir karar alarak, adından “Geçici” ifadesini çıkartarak “Garbi Trakya Hükümeti Müstakillesi” adını aldı. Sınırı, bayrağı vardı. Osmanlı yasalarının yeni devlette de geçerli olması Kabul edildi. Sınırlarında pasaport kontrolü yapıyordu. Ancak işler Osmanlı’nın bölgeden ayrılması neticesinde bölgenin Bulgaristan’a terk edilmesiyle farklı bir seyre girmiştir. Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ ittifakının 1912’de Osmanlı’ya karşı başlattıkları savaşın sonuçlandığında Osmanlı’nın Balkanlardaki topraklarının tamamı kaybedilmişti. Trakya Bulgarlar tarafından işgal edilmişti, 30 Mayıs 1913’te imzalanan Londra Antlaşması ile Osmanlı’nın direnme gücü kalmamıştı. 29 Eylül 1913’te Batı Trakya Bulgarlar tarafından işgal edildi.

25 Ekim 1913’te Batı Trakya Müstakil Hükümeti kendini fesheder. Bulgarlar bölgeyi işgal eder. İlk Türk Cumhuriyeti de böylece sona ermiş olur. Tanör’e göre, bu Cumhuriyet Osmanlı imparatorluğu ile aynı anda var olan bir Cumhuriyet yönetimidir.

Bu Cumhuriyet çok kısa ömürlü olsa da, Trakya Cumhuriyeti fikri kendinden sonraki siyasileri etkilemiştir. Buradan yola çıkarak bu ideali hayata geçirme düşüncesi ile Trakya Paşaeli Müdafaa-i Hukuki Osmaniye Cemiyeti başkanının daha o günden “Trakya Cumhuriyeti” yazılı bir mühür kazıttığı söylenir.

Bu devletin bir de askeri gücü vardı ve bu güç 6000’i Osmanlı askeri 30.000 er ve subaydan meydana geliyordu. Yeni Cumhuriyet “Batı Trakya Haber Ajansı” ve “Independant” ismi ile Türkçe ve Fransızca yayınlanan bir gazeteyle kendini ifade etmeye çalışıyordu.

Kongre hükümetleri tamamen milletin iradesine dayalı hükümetlerdir.

Yine Kars İslam Cumhuriyeti’nden bizim tarihler neden hiç bahsetmezler?

Bülent Tanör’ün “Mondros Mütarekesi döneminde Türklerin kurduğu geçici hükümetler” başlıklı makalesinde çarpıcı tespitler yer almaktadır. Tanör, bu hükümetlerin Türkiye Cumhuriyeti’nden çok öncelerden hayata geçirildiğine dikkat çeker. Osmanlı döneminde Anadolu’da Batı Anadolu, Trakya, Elviye-i selase denilen Kars, Ardahan, Batum ve Trabzon-Erzurum havalisinde, Kemalist önderlik dışında Kongre şeklinde Şura hükümetleri kurulmuştur. Bu hükümetler “Anasır-ı İslam” temeline dayalı, genel olarak muvakkat bir zaman için kurulmuş, sınırları kurtarılan ya da yeni katılımlarla genişleyen bir özelliğe sahiptir. Siyasi ve bürokratik bir hiyerarşi yanında, belli bir hukuk düzeni, parası, ordusu vardır. Katılımcı, çoğulcu, şeffaf bir özelliğe sahiptir. Kars İslam Cumhuriyeti örneğinde olduğu gibi gayrimüslimlerin de hayat bulduğu hukuk devleti özelliğe sahip yasama, yürütme, yargı erkine sahip yapılar-dır bunlar. Temsil ve rıza temeline dayalı, karar alma ve uygulama kabiliyetine sahip bu siyasi yapılar millet temelli dini ve sivil karakteri baskın siyasal yapılardır.

KARS İSLAM CUMHURİYETİ

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti Kars İslam Cumhuriyetinden çok daha eski. Anadolu’nun doğusunda da batısında da Cumhuriyet fikri, Türkiye Cumhuriyetinden çok daha önce vardı.

Hani şu “Genç Parti”nin bir bayrağı vardı, İki hilal ortasında bir yıldız, O Kafkaslar’daki devletleşme hareketi içindeki gruplardan birinin bayrağı idi.

Güneybatı Kafkas Geçici Hükümeti “Güneybatı Kafkas Geçici Millî Hükûmeti Cenub-ı Garbi Kafkas Hükümet-i Muvakkate-i Cumhuriye-i Milliyesi” bir Cumhuriyet yönetimi idi. İslam temelli bir “Şura yönetimi” şeklinde kendini tanıttı. Renk ve ayyıldız şekli ile Türk bayrağına benzer bir bayrak kullanıldı. 17-18 Ocak 1919 tarihleri arasında gerçekleştirilen Büyük Kars Kongresi’nin sonucunda kurulan ve 12 Nisan’da İngilizlerin Kars’ı işgal etmeleriyle son bulan Kars yönetimi Batum, Ahıska, Ahılkelek, Artvin, Ardahan, Acara, Posof, Çıldır, Göle, Oltu, Karakurt, Sarıkamış, Karapınar, Kağızman, Kulp, Iğdır, Serdarabat, Aralık, Nuraşen, Nahcivan, Culfa ve Orduabat gibi yerleri kapsamaktaydı. “Güneybatı Kafkas Cumhuriyeti” veya “Kars Cumhuriyeti” adlarıyla da bilinir. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Somerset Arthur Gough-Calthorpe tarafından kaldırılmıştır.

Esasen Ahıska ve Ahılkelek çevresinde Ahıska Hükümet-i Muvakkatası (Ahıska Geçici Hükümeti), 3 Kasım 1918’de Emir Bey Ekberzâde başkanlığında, merkezi Iğdır olmak üzere Aras Türk Hükümeti, 5 Kasım 1918’de Kepenekçi Emin Ağa(Emin Ağa Borçalı) ve Piroğlu Fahreddin Bey başkanlıklarında merkezi Kars olmak üzere Kars İslâm Şurası kurulmuştur. 15 Kasım’da Birinci Kars Kongresi düzenlenmiş ve sekiz kişilik Muvakkat Heyet-i Temsiliye seçilmiştir.

Kars Milli İslam Şurası ilandan hemen sonra Yakup Şevket Paşa’dan Kars’ı devralan geçici bir konseydir. Bu konseyin başında Fahrettin Erdoğan bulunmaktadır. Olay Babıali’nin bilgisi altında ve çatışmasız bir şekilde gerçekleşmektedir. Esasen Vahdeddin’in muhtemelen Mustafa Kemal’den beklediği budur. Anadolu’nun örgütlenerek kendini müdafaa etmesi ve daha sonra yeniden birleşmesi fikri İstanbul’un fikridir. Bu oluşumlarda Teşkilatı Mahsusa’nın engelleyici değil yapıcı, destekleyici bir yaklaşım içinde olması da bu iddiayı doğrular niteliktedir.

Yönetimi devralan Şura üyeleri, Başkanı Fahrettin Erdoğan, Yenigazili Hayrullah Dağlı, Ahmetoğlu Tagı, Karaçantalı Hacıoğlu Ahmet, Ahıskalı Efsal, Ahıskalı Behçet Bey, Albay İsrafil, Stefan Yafiyadis, Maksutoğlu Haşan Bey’den oluşmaktadır. I. Kars Şurasını örgütleyen kişiler bunlardır.

I. Kars Şurası kesin bir dille mandacılığı reddeder. Bugünkü Gazi Ahmet Muhtar Paşa Konağı’nda 250 kişinin katılımı ile ilk toplantı yapılır ve yönetici kadro belirlenir. Yeni kadro eskiler dışında şu isimlerden oluşur. : Cihangirzade İbrahim, Cihangirzade Hasanhan, Yeni Gazili Hayrullah Dağlı, Hacı Abbasoğlu Kerbelayi Mehmet, Halilbeyoğlu Ali, Dr. Esat (Gaziyev), Talınlı Hüseyin, Hamsioğlu Rasim, Molla Bilal, Hafızoğlu Hüseyin, Ali Rıza Ataman, Alibeyoğlu Mehmet I. Şurada seçilenler, 2. Şura’da mümessil olarak görev alırlar.

Bu yapılar konjonktüre bağlı olarak değişen şartlara uyum performansı yüksek yapılardır. Ulusal kimlik ve önderlik yoktur. Osmanlı “Millet sistemi” ve din temelli örfi hukuk baskındır. Osmanlı sistemi genel olarak kabul gören yapılardır.

Bülent Tanör’ün makalesinde belirttiğine göre Osmanlı döneminde alternatif hükümet arayışları 1878’e kadar uzanmaktadır ve bu alanda Balkanların öncü bir rolü vardır.

TÜRK DEVLET NİZAMININ ANADOLU’DA KURDUĞU VE İLELEBET PAYİDAR KALACAK SON CUMHURİYET: TÜRKİYE CUMHURİYETİ

Yeni yönetim sistemine ilişkin bazı kararlar alınırken Mustafa Kemal’in yanındaki arkadaşlarından bazılarının zihninde bunun cumhuriyet olduğu izlenimi doğmuştu. Ancak Mustafa Kemal ısrarla kendilerinden henüz bu sözcüğü kullanmamalarını istemişti. Çünkü her yenilik ancak ve ancak zamanı geldiğinde yapılmalıydı. O zamana kadar da düşünceler belleklerde milli bir sır olarak kalmalıydı. Çünkü buna hâlâ hazır olmayanlar vardı. Zira daha saltanat kaldırılırken kıyamet kopmuş, I. TBMM’de yer alan mebusların çoğu TBMM ile yollarını ayırmıştı ve bu yollarını ayıran mebuslar II. TBMM’de yer almamıştı. Ezcümle I. TBMM’de saltanat ve hilafet yanlısı mebuslar önemli bir ağırlığa sahip olduğu için Milli Mücadele yıllarında milli birlik ve beraberliğe halel getirecek söylemlerden Mustafa Kemal ısrarla kaçınmış, öncelikli olarak ulusal bağımsızlığı amaçlayarak ulusal egemenliğin ilanını Milli Mücadele’nin sonrasına bırakmıştır.

O nedenle 28 Ekim 1923 tarihine kadar cumhuriyet kelimesinin kullanılmamasına özen gösteren Mustafa Kemal, bu kavramın zihinlerde biraz daha yer etmesi için, Yeni Türk Devleti’nin uluslararası alanda yerini alması için sabırla bekledi.

Mecliste kabine üyelerinin seçimi konusunda bir tartışma çıktı. Bu tartışmalar çözüme değil, bunalıma doğru yol almaya başlayınca, artık yeni devlete rejim olarak ad verme zamanının geldiğini gören Mustafa Kemal, 28 Ekim akşamı meclisten çıkarken arkadaşı olan bazı bakanları ve milletvekillerini Çankaya’daki evine, akşam yemeğine çağırdı. Yemek esnasında onlara, “Efendiler. Yarın cumhuriyeti ilan ediyoruz!” diyerek malumun ilanını duyurdu. Ertesi gün 29 Ekim tarihiydi. Devletimizin yönetim şeklinin “Cumhuriyet” olması mecliste oylamaya konduğunda bu teklif, “Yaşasın Cumhuriyet” sesleri arasında kabul edildi. On beş dakika sonrasında yeni bir oylama daha yapıldı. Çok kısa süren bu oylamada temsilciler tarafından Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı seçildi.

Böylece TBMM Hükümeti’ne uluslararası kavramlara uyularak gerçek adı verilmiş oldu. Türkiye Cumhuriyeti!

SONUÇ

Türk milletinin ve Türk devlet yapısının cumhuriyete geçişi 28 Ekim’de Atatürk’ün Çankaya’da yemek verdiği arkadaşlarına yarın cumhuriyeti ilan edeceklerini söyleyip bir gecede arkadaşlarıyla karara bağlayarak akşamdan sabaha Cumhuriyet’i alelacele ilan etmesiyle değil, Osmanlı’dan da öncesinden başlayan ve Atatürk’e de tarihi yönden ilham olan Ahi Cumhuriyeti’nin birinci evresini oluşturduğu, değişik evrelerle devam eden tarihi bir serencamın meydana getirdiği uzun bir süreçle olmuştur. Yani 1923 yılı mazimize, Osmanlı hanedanına yönelik bir soykırım tarihi olmadığı gibi milletin zincirlerini kırıp kölelikten kurtulduğu bir tarih de olmamıştır.

1923, ilelebet payidar kalacak olan ve Türk devlet nizamının, Türk milletinin var ettiği cumhuriyet evrelerinin sonuncusu ve kökü en sağlam olan Türkiye Cumhuriyeti’nin var olduğu tarihtir.

Bu bilgiler elimizde. Tarih kitapları ortada. Belgeler sürekli konuşuyor. Ama nedense biz hâlâ Cumhuriyet ilk defa 1923’te kurulmuş gibi davranmaya, 1923’ü milat gibi göstermeye bayılıyoruz. 1923 öncesindeki uzun bir tarihsel süreci görmezden gelmeye ısrarla devam ediyoruz. Oysa elin İngiliz’i, aslında feodal düzene geri dönüşün belgesi olan 1215 tarihli Magna Carta’yı kralın yetkilerini kısıtlayan ilk belge diye sergilemeye devam ediyor. Bizde ise Fransa’ya “Bizim asırlar boyu koruduğumuz cumhuriyeti yıkan siz değil misiniz?” diyecek bir babayiğit aranıyor.

Kaynak:

Aktüre, Sevgi 2000 – “16. Yüzyıl Öncesi Ankara’sı Üzerine Bilinenler”, Tarih İçinde Ankara (der. Ayşıl Tükel Yavuz), T.B.M.M. Basımevi, Ankara.

Çağatay. Neşet 1976 – “Fütüvvetçilikte Ahiliğin Ayrıntıları”, Belleten, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Cilt: 40, Sayı: 159, Ankara.

Koşay, Hamid Zübeyr 1935 – Ankara Budun Bilgisi, Ankara Halkevi Dil-Tarih ve Edebiyat Şubesi Neşriyatı, Ulus Basımevi, Ankara.

İnan, Arı 1996 – Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, s. 30,31, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.

Meydan, Sinan 2019 – “Atatürk Etkisi İflas-İşgal-Direniş-Kurtuluş”, s. 230, İnkılap Kitabevi, İstanbul.

F. Emecen- İ. Bostan, “Dubrovnik Arşivindeki Osmanlı Belgeleriyle İlgili Rapor”, TTK Belleten,

sayı: 235, Ankara 1998, s. 917–920.

Uzunçarşılıoğlu, İsmail Hakkı 1937- “Arşiv Vesikalarına Göre Yedi Ada Cumhuriyeti” , TTK Belleten, No III-IV’ten ayrı basım, İstanbul.

Kırım'ın Sesi Gazetesi

27 Şubat 2015 Tarihinde hizmet bermege başlağan www.kiriminsesigazetesi.com maqsadı akkında açıklama yapqan Mustafa Sarıkamış İsmail Bey Gaspıralı’nıñ bu büyük mirasına sahip çıqmaq ve onun emellerini yaşatmaqtır. Qırımtatar Türkleriniñ ananevî, körenek, ürf, adet kibi yaşamlarında ne bar ise objektif şekilde Dünya cemiyetine taqdim etilmektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Pin It on Pinterest