Rusya’nın, Kafkasya ve Türkistan Siyaseti
Rusların, Türk Dünyası’na yönelik siyasetinde her daim bir endişe, korku, saldırı, bölme-parçalama-yönetme gayesi, kaygısı ağır basmıştır. I. Dünya Savaşı yıllarında ve özellikle 1917-18’lerden itibaren Bolşevikler sonrasında Komünistler gerçekte ise Ruslar, Türk kökenli topluluklara türlü vaatlerde bulunarak Batı’ya -özellikle de Almanya’ya karşı- aynı cephede, birlikte göğüs germe; yine halkların kardeşliği söylemleri üzerine bina edilmiş Bolşevik Devrim sırasında da halkların kendi kaderlerini tayin (self-determination) hakkı ve bugünkü Tataristan’dan başlayarak, İç Asya’ya kadar uzanacak bir “Türkistan Devleti” kurulması vaadinde bulunmuşlardır. Bu vaade olumlu yaklaşanlardan biri de, emrindeki yer yer 40-60 bini bulan süvari birlikleri ile Sosyalist devrime destek veren Mir Sultan Galiyev olmuştur. Ne yazıktır ki Komünist düzenin kurulması ile birlikte Lenin ve Stalin’in kirli işbirliği sonucunda ilk ortadan kaldırılanlardan biri de yine Mir Sultan Galiyev olmuştur. Galiyev’e verilen sözün, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği içinde tek parçadan oluşan bir Türkistan Devleti’nin kurulması yönünde olduğunun altını bir kez daha çizelim.
1920’lerde “Türkistan” adlı bir devlet kurma arzusu sadece Sultan Galiyev, Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan, Osman Kocaoğlu gibi aydınların değil, topyekûn Türk boylarının ortak fikri idi. Hatta Ruslar da başlangıçta bu fikre sıcak bakıyorlardı. Daha doğrusu bakıyormuş gibi görünüyorlardı. Yukarıda da belirttiğimiz üzere Ruslar, Komünist düzeni oturtup da, Sibirya bozkırlarında hâkimiyetlerini perçinleyince birden bire 180 derecelik bir dönüş yaptılar. Siyaset (politica) değişikliğine giderek bir ve bütün Türkistan Devleti yerine beş cumhuriyet kurdular. Hatta Başkurdistan, Çuvaşistan, Dağıstan, Tataristan, Saha (Yakutistan) vs. de hesaba katılırsa onlarca devletçik vücuda getirdiler. Rusların bu yeni siyasetinde üç temel dayanak (argüman) göze çarpıyordu: Türk sözcüğünü ortadan kaldırmak; İslâmî değerleri ortadan kaldırmak ve Türkler arasında aydın sınıfı oluşturmamak!..
Rusların, Türklere karşı sergilediği düşmanca tavrın altında yatan sebep Türk Birliği fikridir! Özellikle Lenin’in bu ihtimali düşündükçe uykularının kaçtığı söylenir. Zira Türk Birliği demek, Rusya’nın tarih sahnesinden silinmesi demektir. Bu yüzden de Ruslar, kurdurdukları yapay devletçiklerde yaşayan her topluluk (boy) için farklı bir alfabe kabul ederek, Türkler arasındaki yazı dili birliğini ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Yine ayrıca Revan (Erivan) başta olmak üzere tarihî Azerbaycan toprakları üzerinde kurdurdukları yapay Ermenistan devletinin sınırlarını lastik gibi sündürmek suretiyle Türkiye ile Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü dolayısı ile olası birleşme ihtimallerini de engellemek istemişlerdir. Kırım, Kazan, İtil boyları, Kafkasya, Kazakistan, Kırgızistan gibi Türk yurtlarında milyonlarca Türk’ün ölmesiyle sonuçlanan toplukıyımlar (katl-i âm) da cabası!..
Bir zamanlar Macaristan ovalarından Moğolistan yaylalarına kadar bir büyük coğrafya Türkeli (Türkiye/Türkistan) olarak adlandırılırken Ruslar sadece ve sadece Kazakistan’ın güneyinde, Hoca Ahmet Yesevî’nin türbesine de ev sahipliği yapan küçük bir kente Türkistan adını vermişler, bu kentin dışında kalan hiçbir coğrafi bölgede “Türk” sözcüğünün kullanılmasına izin vermemişlerdir. Yine Ruslar, Osmanlı döneminde Karaman dolaylarından alınarak, Ahıska yöresinde ‘ileri karakol’ amaçlı zorunlu iskâna tabi tutulan ve Stalin tarafından Türkiye ajanı olmak gibi düzmece bir iddia ile -başta Özbekistan olmak üzere- Batı Türkistan-Sibirya taraflarına sürgün edilen Avşar kökenli Ahıska Türkleri dışındaki hiçbir topluluğu resmî anlamda “Türk” olarak kabul etmemişlerdir. Kırım Tatarları, Çerkezler, Kıpçaklar, Oğuzlar (Türkmen) vb. Türk toplulukları yurtlarından sökülüp atılmışlardır. Ruslar, Büyük Hun Hakanı Attila’nın adına esin (ilhâm) kaynağı olmuş olan İtil/İdil (Rusların koyduğu uydurukça adıyla Volga) Irmağı boylarında neredeyse Türk nüfus bırakmamıştır.
Rusların uyguladığı baskı, zulüm hatta soykırıma kadar varan uygulamalar, 1990’ların başında bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetlerinin günden güne güçlenip, gelişmesiyle birlikte yavaş yavaş gün yüzüne çıkacaktır kuşkusuz. Zira Ruslar, dış dünyaya kapattıkları Türk yurtlarında uyguladıkları her türlü baskıyı, zulmü, soykırımı tabir-i caizse bir demir perde ile dünya kamuoyundan gizlemeyi başarmışlardır. Misal 1927’de, 2000’den fazla cami bulunan Kuzey Azerbaycan’da yarım asır sonra 17 cami ayakta kalabilmiştir. Bu ülkede, sadece 1937 yılında tutuklanan din adamlarının sayısı 372 olarak kayıtlara geçmiştir. Azerbaycan’da uygulanan bu yok etme siyaseti diğer Türk yurtlarında da aynı hızla sürmüştür. Söz gelimi 1917 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sınırları içerisinde kalan Türk yurtlarında 25 bin cami bulunurken; 1970’lerde, bu sayı 500’ü geçmemektedir.
1935-40 yılları arasında binlerce, on binlerce Türk aydını ya kurşuna dizilmiştir ya da Sibirya’ya, çalışma kamplarına sürülmüştür. Birçok aydın ağır şartlara dayanamayarak, oralarda ölmüştür. Kırım’ın efsanevî lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu Bey’in hayat öyküsü okunursa, Türk aydınlarının çektiği işkenceler, zorluklar daha iyi anlaşılacaktır kuşkusuz. Herkesin Sayın Kırımoğlu kadar şanslı olmadığını da belirtelim. Misal bir Ahmet Cevad, bir Çoros Gurkin Ruslar tarafından kurşuna dizilerek şehit edilen Türk aydınlarından sadece ikisidir. Ki Ahmet Cevad’ın, elinde sadece ve sadece kalem olan bir şair olduğunu yine Çoros Gurkin’in ise eline fırçadan, tuvalden başka bir şey almamış bir ressam olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Peki, suçları nedir bu aydınların? Ahmet Cevad, “Çırpınırdı Karadeniz” şiirini yazmıştır; Çoros Gurkin ise “Han Altay” tablosunu çizmiştir!..
Rusya’da, sonun başlangıcı bize göre Afganistan işgali ile gelmiştir. 1979 yılında başlayan işgal -yıllar ilerledikçe- Rus ordusunda görevli Müslüman, Hıristiyan, Musevî, Tengrici (Tanrıcı) hatta Budist inanca sahip ama özde Türk olan, Türkçe konuşan askerler arasında bir millî kimlik uyanışını da beraberinde getirmiştir. Zira bu askerler, savaşmaya gönderildikleri Güney Türkistan’da yani Oğuz Kağan’ın avlağı olduğuna, avlandığı yer olduğuna inanılan Afganistan’da Özbek, Türkmen, Hazara, Kızılbaş/Avşar, Gur gibi adlarla anılan, kendileri gibi Türkçe konuşan dahası Müslüman olan insanlarla karşılaşınca Rus yetkililerin aklının ucundan bile geçmeyen bir gelişme yaşanmış ve bu durum Rusya için tam anlamıyla bir kırılma noktası olmuştur. Rus Kızıl Ordusunu terk ederek, karşı tarafa “kardeş”lerinin safına geçen askerlerin sayısı oldukça fazladır. Benzer olaylar Karabağ savaşında da yaşanmış; “kardeşimiz” dedikleri ağırlıklı olarak Oğuzlardan ve kısmen Kıpçaklardan oluşan Azerbaycan askerlerine karşı savaşmayı reddeden üstelik de Hıristiyan olan Gagavuzlar (Gökoğuz) Azerbaycan ordusuna katılmışlardır.
Aslına bakarsanız Rusları bataklıklardan, mağara kovuklarından çıkararak; onlara tarımı, hayvancılığı, askerlik mesleğini kısacası kültür ve medeniyeti öğretenler de Türkler olmuştur. Rus devlet geleneği bile, mirasını devraldığı Kazan Hanlığı’nın bir devamı olup; devlet arması hâlâ Kazan Hanlığı’na vurgu yapar. Rus Knezliği’nde uzun yıllar “Han” unvanının kullanıldığı; imparatorlukla birlikte “Çar” unvanına geçildiği de tarihî bir vakadır. Öncesinde Tatar, Çerkez gibi Türk/Turanî toplulukların; 19. yüzyıldan itibaren de Almanların, Rus kültür ve medeniyetine oldukça büyük katkıları söz konusudur. Türk kökenli insanlar sanattan, spora; siyasetten, bilime kadar birçok alanda Rusya için alın teri dökmüş, emek harcamıştır. Söz gelimi Rusya adına uzaya giden ilk kozmonot Yuri Gagarin’in Çuvaş Türk’ü olduğu söylenmektedir. Yine SSCB adına uzaya giden üçüncü kozmonot Andrey Nikoleyev’in bir Çuvaş Türk’ü olduğunu ise kesin olarak biliyoruz.
Tarihî gerçeklikler ve bilimsel veriler ışığında bakıldığında Rusya’nın artık “hasta adam” olduğu yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Osmanlı’ya yapılan “hasta adam” yakıştırmasının mucidi olan Rusya’nın, günümüzde Osmanlı’dan daha beter bir son yaşama kaygısını iliklerine kadar hissettiğini söyleyebiliriz. Zira güneyinde Ukrayna ve Kırım doğusunda Tataristan’la başlayıp; Abhazya, Adıgey, Altay, Başkurdistan, Çeçenistan, Çuvaşistan, Dağıstan, Hakasya, İnguşya, Kabardey-Balkar, Kalmukistan, Karaçay-Çerkez, Tuva, Saha (Yakutistan) diye giden ve kurt sürüsünü andıran irili ufaklı birçok devletle dahası bağımsızlığını kazanmış ve günden güne gelişen diğer Türk Cumhuriyetleri ile orta ve uzun vadede başının belaya girmesi kaçınılmaz olacaktır. Dahası “bir, iri ve diri” olmayı başarmış bir Türk Dünyası karşısında hiçbir şansının olmayacağını ve hatta bu yüzyılın sonuna kalmadan, Uralların batısına çekilmek zorunda kalacağını da bir kehanet olarak şimdiden söyleyebiliriz. Kalemle hasbıhâlimizi büyük önder Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözü ile bitirelim:
—Türk Birliğine inanıyorum. Onu görüyorum!..
Aziz Dolu Atabey