GenelGüncelKültür SanatTürk Dünyası

ORTADOĞU TÜRKLERİNİN TARİHİ KÖKLERİNE BAKIŞ

ORTADOĞU TÜRKLERİNİN TARİHİ KÖKLERİNE BAKIŞ
Uğur Utkan
Uğur Utkan
Türklerin Ortadoğu coğrafyasına yerleşmeleri, bin yıldan daha uzun bir süre öncesinde Maveraünnehir’e askeri seferler düzenleyen Emeviler ve Abbasiler tarafından Türkistan’dan getirilen binlerce Türk’le başlamıştı. Bu süreçte bölgeye Kayığlı, Kıpçaklı, Karluklu, Azgışoğlu, Yamakoğlu ve daha sonradan da Oğuzlar ve Tokuzoğuzlar’ın başını çektiği bir Türkmen akışı yoğun olarak yaşandı. Emeviler devrinde başlayıp Abbasiler devrinde ivme kazanan bu göçlerde binlerce Türk savaşçı, kendi komutanlarının liderliğinde Ortadoğu’nun birçok bölgesine yerleşmişti. Ortadoğu’da Türklerin en çok yerleştiği bölgelerin başını Suriye, Irak, Filistin, Lübnan ve Ürdün çekmiştir. Bugün itibarıyla Irak’ta -asgari- 2 milyon, Suriye’de 3,5 milyon, Lübnan’da 50 binin üzerinde, Filistin’de 30 bin, Ürdün’de ise yaklaşık 50 bin Türkmen yaşadığı bilgiler arasındadır. Türklerin Anadolu’ya gelmesinden çok daha öncelere dayanan bu bölgelerdeki Türk varlığının tarihsel köklerine birlikte göz atalım:

1)SURİYE TÜRKLERİNİN TARİHİ KÖKLERİNE BAKIŞ

Emeviler döneminde Maveraünnehir’e yapılan akınlar sonucu Türkistan’dan getirilen binlerce asker sayesinde Türkler, burada var olmaya başlamış, Abbasiler döneminde yine bu süreç hız kazanırken Türklerin bölgede hakimiyet kurmaları Mısır’da bağımsızlığını ilan eden Tolunoğlu Ahmed’in 877’de Suriye’yi almasıyla başlamıştır. Daha sonra Toğaçoğlu Muhammed Ebu Bekir tarihte İhşidiler adıyla anılan devleti  kurmuş, bunlar 935-969 yılları arasında bölgeye hakimiyet kurmuşlardır. Gerek Tolunoğulları gerekse İhşidiler dönemlerinde Türkler Suriye’de iktidar olmuşlardır.

10. ve 11. yüzyıllarda Selçuklu akınlarıyla Türk göçleri giderek yoğunlaşmış, Orta Asya’dan birçok Türkmen boy ve oymakları, 1063 yılından itibaren Suriye’ye girerek kendi hayat şartlarına uyabilecek bölgeleri vatan edinmişlerdi. Suriye’deki ilk Türkmen yerleşmesinin Halep ve Lazkiye şehirleri ile bunların kuzeyindeki bölgede olduğu anlaşılmaktadır.

1243 yılında Anadolu Selçuklu ordusu, Kösedağ Muharebesinde Moğollara mağlup olunca Anadolu’daki nizam bozulmuş dolayısıyla bazı Türkmen boyları, Anadolu’dan ayrılarak Memluk Sultanlığına bağlı olan Suriye’ye göçmüşlerdir.

Sultan Baybars (1260-1277) zamanında 40.000 çadırlık büyük bir Türkmen topluluğu Halep bölgesine gelerek yerleşmişlerdir. Bunların kışlığı Kuzey Suriye, yaylakları ise Maraş, Uzun Yayla ve Sivas’a kadar uzanmaktaydı. Böylelikle 13. yüzyılın ikinci yarısında bilhassa Suriye’nin kuzeyi tam manasıyla Türkmen yurdu hâline gelmişti.

Bu dönemde Suriye’ye gelip Şam’a yerleşen Türkmenler, İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır Han’ın ölümünden sonra çıkan siyasi karışıklıktan faydalanarak 1337’de Elbistan civarında Dulkadiroğulları beyliğini kurmuşlardır.

Yavuz Sultan Selim, 1516 yılında Mercidabık’ta Memlukluları yenerek bu günkü Suriye topraklarını Osmanlılara bağlamıştır. İstikrarlı biçimde geçen 500 yıllık Osmanlı hâkimiyeti boyunca bölgedeki Türkmenlerin  varlığı, imparatorluğun Ortadoğu’daki egemenliği ve güvenliği bakımından önemli bir unsur olarak görülmüştü. Bu süre zarfında Türkmenlerin Suriye topraklarına yerleşmeleri daha kolay olmuştur. Osmanlı Devleti Suriye’yi topraklarına kattıktan birkaç yıl sonra bölge Türkmenlerinin kayıtlarını tutmaya başlamıştır.

1918’de Osmanlı bölgeden çekilene kadar Suriye bir Osmanlı toprağı olarak kalmıştır. Osmanlı ordularının Birinci Dünya Savaşı ile birlikte bölgeden çekilmek zorunda kalmasıyla Türkmenlerin bir kısmı Anadolu’ya dönmekle birlikte, Suriye coğrafyasında önemli oranda bir Türkmen topluluğu da kalmıştı. Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz ve Fransızlar tarafından çizilen Ortadoğu’nun paylaşım haritalarına göre, Suriye Türkmenlerinin yaşadığı bölgeler Fransızların denetimine bırakılmıştı.

Bu bölgedeki Türkler, Müdafaa-yı Hukuk Cemiyetleri kurarak mücadeleye başlamışlardır. Suriye ve Filistin Kuvva-yı Milliye-i Osmaniye adıyla örgütlenen bölgedeki direnişin reisi “Özdemir” takma ismini kullanan Ali Şefik Bey’dir. Kurtuluş Savaşı boyunca bölgedeki Türkmen direnişinin temel hedefi Türkiye’ye katılmaktı. Şubat 1919 tarihinden 22 Ekim 1921 tarihli Ankara Anlaşması’na kadar bölgede Fransızlara karşı sayısız çatışma ve taarruz yaşanmış, bu çatışmalarda çok sayıda işgal askeri öldürülmüş veya esir alınmıştır.

Türkiye ile Fransa arasında 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması’nın 7. maddesi ile Suriye Türkmenleri konusunda Türkiye’ye garantörlük verildi. 20 Kasım 1922 tarihinde başlayan Lozan Konferansı’nda Suriye sınırı neredeyse hiç konu edilmeden kabul edildi. 31 Ocak 1923 tarihinde Suriye ile sınırlar belirlenirken, Ekim 1921 tarihindeki Türk Fransız anlaşması temel esas olarak alınmıştı. Türkiye topraklarında kalmak isteyen köylerin isyanı olduysa da amaçlarına ulaşamadılar.

Türk ve Kürt silahlı milislerin Türkiye sınırına yakın bölgelerde Fransız manda idaresine yönelik başkaldırıları 1924 yılına kadar sürmüştür. Fransız manda idaresi mahalli idarelerinden oluşan Suriye Devletler Birliği’ni meydana getirerek ülkeyi yönetmeye çalıştı. Bu düzen, Araplarla Arap olmayanlar arasındaki gerilimi artırdı. Türkler, hem milliyetçiler hem de Manda idaresinin gözünde “dikkatli olunması gereken” bir azınlık durumuna düştü.

Türkmenler, Fransız mandası altındaki çalkantılı ilk on yıllık dönemden sonra daha sakin bir dönem yaşadılar; varlıklarını ve kimliklerini sürdürebildiler.

1936 yılında Fransa’nın bölgedeki hâkimiyetinin zayıflaması ile birlikte baskılara maruz kalmaya başladı. 1936-1939’da sancağın Hatay adıyla Türkiye’ye katılması sürecinde Suriye sınırları içerisinde kalan Türkmenlere ilişkin hiçbir görüşme ya da anlaşma yapılmamış olması, Suriye Türkmenlerinin hukuki durumunu belirsizleştirdi. Bu belirsizlik Suriye yönetimlerinin Türkmenlere karşı baskı ve asimilasyon politikası uygulamasına neden oldu. 1946 ve 1972 anayasalarına göre Suriye Arap vatandaşı olarak kabul edilen Türkmenlere kimlikleri ile yaşama hakkı tanınmadı. Türkçe gazete yayımlama imkânı ortadan kalktı; hatta Türkçe konuşmak bile yasaklandı.

1963’te yaşanan darbeden sonra baskılar artarak devam etti. Türkmenler herhangi bir sivil ya da yasal örgütlenme oluşturamadı. Bu dönemde bilhassa demir yumruklu Baas rejimince Türkmenlere yönelik acımasız bir baskı ve asimilasyon politikaları uygulanmaya başlandı.

Otoriter Baas rejiminin yıllar boyunca başta Türkmenler üzere kendi halkına uyguladığı demir yumruklu politikalar, barut fıçısının patlamasına sebep olmuş ve 2011 yılında başlayan Arap Baharı adındaki süreçte çıkan yangın Suriye’ye de sıçramıştır. Yaşanan protestolara Baas diktatörlüğünün verdiği acımasız ve kanlı karşılık, yaşanan olayların bir iç savaşa evrilmesine sebep olmuştur.

Bu iç savaşın ortaya çıkardığı iç olumsuzluklardan bütün gruplar gibi Türkmenler de etkilenmiştir. Bunun yanında iç savaş ortamı Suriye’deki  bazı etnik gruplara kimliklerini ifade etme noktasında bir fırsat da yaratmıştır.

Türkmenler, Suriye devletinin bütünlüğü içinde ileride kurulacak yönetimde siyasi ve kültürel hakları korunan korunan ve temsil edilen bir topluluk  olma adına muhalifler safında yer alarak siyasi ve askeri yapılanmalara gitmişlerdir. Türkmenler, iç savaş sürecinde bu yapılanmalarıyla uluslararası platformlarda ve Türkiye’de seslerini duyurabilmiş, görünür hale gelebilmişlerdir. Bu bağlamda uluslararası bakımdan Türkmenler, Esed rejimine karşı kurulan muhalif koalisyonda temsil edilmişlerdir. Askeri yapılanmalarla da rejime karşı direniş gösteren Türkmenler, 13 yıllık iç savaş boyunca ortaya koydukları özverili çalışmalarla 60 yılı aşkın Suriye’nin başında at koşturan Esed hanedanlığının devrilmesine mühürlerini vurdular. Esed sonrası Suriye’nin ordusunda önemli atamalar yapılmıştır. Türkmen saha komutanı Fehim İsa, savunma bakan yardımcısı ve Suriye’nin kuzey bölgelerinin askeri komutanı olarak atanan isim olmuştur.

2)IRAK TÜRKLERİNİN TARİHİ KÖKLERİNE BAKIŞ

Türklerin Irak topraklarına gelmeleri Hicrî 54 senesine (Milâdî 674) kadar uzanmaktadır. Emevî Halifesi Muaviye bin Ebu Süfyan tarafından görev yaptığı Irak’tan Horasan’a vali olarak tayin edilen Ubeydullah Bin Ziyad, Horasan’ın dinî ve siyasî merkezi olan Buhara üzerine sefere çıktı. 24.000 askerden oluşan düzenli bir orduyla Ceyhun’u geçen ilk vali olan Ubeydullah bin Ziyad başarılı bir ilerleme kaydederek Râmisîn’i, Nesef’i ve Baykend’in bir kısmını aldıktan sonra Buhara’yı kuşattı. Çaresiz kalan Buhara hâkimi Kabac Hâtûn sulh talebinde bulundu. Taraflar arasında yapılan antlaşmaya göre şehrin hâkimi yıllık 1 milyon dirhem ve 2000 savaşçı verecekti.

Ubeydullah bin Ziyad bu antlaşma sonucu iyi ok atabilen iki bin kadar muharip Türk’ü yanına alarak Irak’ın güneyindeki Basra kentine getirmiştir. Böylece Türklerin Irak topraklarına gelmeleri H.54 (M.674 senesinde) Emevi valilerinden Ubeydullah Bin Ziyad’ın Irak’ın güneyindeki Basra kentine iki bin Türk’ü getirmesiyle başlamıştır. Getirilen bu iki bin Türk için Basra kentinde Buharalılar Sokağı adında bir sokak kurulmuştur. Böylece Türkler ilk kez İslâm devletinin hizmetine girmiş oldular. Bu durumun fetihlere olumlu yansıdığı varsayılabilir. Yine ileriye yönelik fetih hedefleri anlaşmalar yoluyla zamana yayılmıştır. Basra’ya yerleştirilen bu Türk okçularından, Yemame’de âsî Arap bedevîlerinin bastırılmasında yararlanıldığı biliniyor. Basra’da Ubeydullah bin Ziyad’ın gözde adamlarından biri olan Reşidü’t-Türkî adındaki mevlâsının da, Basra’ya yerleştirilen Türkler arasından yükseldiği şüphesizdir.

8. yüzyılda, Buhara’dan Basra ve Bağdat’a kadar daha fazla Türk askeri yerleşti. Ardından gelen Abbâsî dönemi sırasında, daha binlerce Türkmen savaşçısı Irak’a getirildi; ancak, Irak’a yerleşen Türkmen sayısı önemli değildi ve bu nedenle ilk Türkmen dalgası, yerel Arap nüfusuna asimile oldu. Horasan ve Mâverâünnehir’de fetihlere girişen İslâm ordularına katılan Türk beyleri (prensleri, soyluları veya asilzâdeleri), daha Emevîler döneminde orduda önemli görevler almaya başlamışlardı. Türklerin üstün savaş yetenekleri ve ok atmaktaki maharetleri, İslâm kumandanlarının dikkatini çekmiş ve onları ordularına almalarına yol açmıştır. Böylece Türkler, henüz okçuluk sanatını bilmeyen Arap askerlerine eğitim yaptırıyorlardı.

Hicrî 132 (Milâdî 749) yılında Yezid bin Ömer bin Hübeyra, birkaç ay kuşatmadan sonra, Ebu Cafer el-Mansur’a Vasıt şehrinde teslim olduğu zaman, yanında 2300 Buharalı Türk askeri bulunuyordu. Horasan Valisi Abdullah bin Tahir, halifenin emri üzerine Türkistan’ın çeşitli şehirlerinden her yıl Irak’a 2000 Türk savaşçısı gönderiyordu. Hicrî 138 (Milâdî 755) yılında ise, Horasan valiliğinde bulunan Fazl bin Yahya el-Bermekî, Abbasî ordusunda hizmete alınmak üzere 20.000 Türk savaşçısını Irak’a gönderdi.

Türklerin Irak’a gelişlerinin, Abbasî döneminde ve özellikle Halife Me’mun ve halefi Halife Mu’tasım’ın iktidarları sırasında meydana gelen bir takım siyasî gelişmelerden dolayı daha da sıklaştığını görüyoruz. Halife Mu’tasım zamanında Türklerin Abbasî ordusuna alınmaları işlemine daha fazla önem verildi. Böylece Suğd, Fergana, Esruşene ve Taşkent bölgelerinden gelen deneyimli Türk subayları, halifenin Hassa ordusuna alınıyordu. Hicrî 211 (Milâdî 836) yılında Mu’tasım’ın emriyle Türk kumandanı Aşnas tarafından Türk hassa askeri için Samerra şehri kuruldu. 70 bin mevcutlu olan Samerra, böylece yarım yüzyıl (836-884) kadar hilafet merkezi olmuştur.

Abbasi Devletinin kuruluşundan sonra Halife Ebu Cafer el Mansur zamanında (754-755) Türkler hilafet merkezinde görülmeye başlamışlardır. IX. yüzyılda Abbasi Halifesi Memun zamanında da bazı Türk toplulukları bu ülkeye yerleşmiştir. Halife Me’mun’un tahta oturmasında büyük rol oynayan Türkler, Bağdat’a yerleştirilmişlerdi. Abbasîlere cephe alan Şii Araplara karşı hilafet makamını savunmak için, Türklere dayanmaktan başka bir çare bulamayan Me’mun, Türkistan’dan Türk askerinden oluşan yeni kuvvetleri hilafet merkezi olan Bağdat’a getirtiyordu. Halife Cafer el Mansur Bağdat şehrini kurdurmuş ve burada Türklerden meydana gelen askeri kıta için birde garnizon inşa ettirmiştir. Halife Harun’ür Reşit (786-809) daha da ileri giderek muhafız birliğinin tamamını Türklerden kurdurmuştur. Güçlerini gittikçe arttıran Türk hassa ordusu, halifenin tahta geçişinde ve tahttan indirilmelerinde tek güç ve söz sahibi olmuştur.

Lakin esas olarak Irak’taki Türkmenlerin büyük ölçekli göçü, 1055 yılında Selçuklu hanedanının ikinci hükümdarı Sultan Tuğrul Bey’in, Mekke’ye giden kutsal yolu onarmayı amaçlayan saldırısıyla gerçekleşmiştir. Irak’a giren Sultan Tuğrul Bey’in adına Bağdat’ta hutbe okutulması ile 1918 yılı sonuna kadar devam edecek Türk hâkimiyeti başlamıştır. Irak’a en yoğun Türkmen göçü, Selçuklular döneminde gerçekleşmiştir. Selçukluların Irak’a hâkim olmasıyla birlikte egemenlik altına alınan bölgeler Türkmen beyleri tarafından yönetilmeye çalışıldı. Bu dönemden başlayarak sonraki 150 yıl boyunca, Selçuklu Türkleri, Kuzey Irak’ın en değerli yolları boyunca Türkmenleri (özellikle Telafer, Erbil, Kerkük ve Mandali olmak üzere) yerleştirdi; bu bölgeler modern Irak Türkmen topluluğu tarafından Türkmeneli olarak tanımlanmaktadır. Bu yerleşimlerin birçoğu, Selçuklu İmparatorluğu’nda askeri ve idari görevler üstlenmiştir.

Aynı coğrafyada Karakoyunlu Devleti’nin kurulması ile birlikte Türkmenler devlet teşkilatlanmasına yönelmişlerdir. Karakoyunlu Devleti’nden sonra 1470 yılında Musul-Kerkük bölgesinde kurulan Akkoyunlular bölgeye hâkim oldular. Bir müddet Akkoyunluların elinde kaldıktan sonra 1508 yılında Safeviler tarafından işgal edildi. 

Tüm bunlar yaşanırken onaltıncı yüzyılın ilk yarısında Osmanlılar, başlıca rakipleri olan Safevilerle savaşarak Irak’a doğru genişlemeye başlamıştı. 31 Aralık 1534’te gerçekleşen Osmanlı-Safevi mücadelesinin sonucunda Osmanlı egemenliğine geçen coğrafya, Osmanlılar tarafından altı sancak altında bir eyalet merkezi oluşturulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu içinde yeterince güvenli hale gelen Musul da bölgedeki diğer tüm idari bölgelerden sorumlu başlıca eyalet (vilayet) oldu. Yaptığı başarılı muharebelerle Safeviler’i yenen Sultan Süleyman Han, Bağdat’a girdi ve vilayetin altyapısını yeniden inşa etmeye başladı, ayrıca Kerbela’da bir baraj inşaatı ve şehrin çevresindeki büyük su projelerinin yapılmasını emretti. Yeni vali atandıktan sonra, kasaba 1.000 piyade ve 1.000 süvari askerinden oluşacaktı. Ancak, 89 yıl süren barışın ardından savaş patlak verdi ve şehir kuşatıldı, nihayetinde 1624’te Abbas Büyük tarafından fethedildi. Persler, 1638’e kadar şehirde hüküm sürdüler, bu tarihte Sultan IV. Murad’ın komutasındaki büyük Osmanlı kuvveti Bağdat’ı tekrar ele geçirdi. 1639’da imzalanan Zuhab Antlaşması ile Osmanlılar Irak’ta kontrolü ele geçirerek iki imparatorluk arasındaki askeri çatışmayı sona erdirdi. Böylece, 1638’de Bağdat’ın fethedilmesinin ardından Sultan IV. Murad’ın ordusuyla birlikte daha fazla Türk bölgeye yerleşti, bazıları ise daha sonra diğer ünlü Osmanlı figürleriyle birlikte geldi. IV. Murad 1638’de Bağdat’ı yeniden ele geçirdiğinde büyük bir Türk akını Irak’a yerleşmeye devam etti. Sultan I. Süleyman ve Sultan IV. Murad devirlerinde yapılan başarılı fetih harekatları, bölgeye büyük bir Türk göçünün yapılmasının önünü açmıştır.

Kısacası Emeviler, Abbasiler ve Selçuklular dönemlerinde Irak’a yapılan göçler Osmanlı İmparatorluğu’nun döneminde daha da artış göstermiş ve Irak’a yapılan en büyük Türkmen göçü, Osmanlı idaresi sırasında (1535–1919) dört yüzyıl boyunca gerçekleşmiştir. Osmanlılar, Anadolu’dan göçü teşvik ederek Türkmenleri Kuzey Irak’a yerleştirdiler, ayrıca dini alimler de getirerek Hanefi (Sünni) İslam’ı yaymaya başladılar. Bölgede sadık Türkmenler yaşarken, Osmanlılar Mezopotamya’nın güney eyaletlerine giden güvenli bir güzergahı koruyabildiler. Fetih sonrası Kerkük tamamen Türk kontrolüne geçti ve “Gökyurt” olarak adlandırıldı. Irak Türkmenleri Osmanlılar zamanında en etkili şekilde devlet kademesinde görev aldılar. Modern Irak Türkmenleri, Anadolu ve Türk devletiyle olan ilişkilerini esasen bu döneme bağlamaktadırlar.

Bu bölge, Birinci Dünya Savaşı’ndaki İngiliz ileri harekâtına (1917) kadar, yaklaşık dört yüz sene Osmanlı Devleti yönetimi ve medeniyeti hakimiyetinde kalmıştır.

Türkmenler için 1917 yılı gerçekten kötü bir milat olmuş, bu bölgede Osmanlı’nın geri çekilmesinden sonra Irak’ın İngiliz Mandası altına girdiği bir sürece girilirken adeta ortada sahipsiz kalan Türkmenler baskı ve zulmün başlayacağı bir döneme girmişlerdir.

1920 yılında İngilizler tarafından hazırlanan geçici Anayasası ile Irak halkının Arap, Türkmen ve Kürt milletlerinden oluştuğu kabul edilmiştir. Bu anayasanın 14.maddesi gereğince Türkmenlere ana dilleri (Türkmence) ile öğrenim görme hakkı tanınmış olmasına rağmen bu haktan mahrum bırakılmışlardır.

1922-1923 sürecinde yapılan Lozan görüşmelerinde İngiltere, Irak’ta bulunan Türklerin Anadolu’nun uzantısı sayılmaması için Türkmen kavramını kullanmıştır. Fakat bu durum genel kabul görmeyip 1959 yılına kadar Irak Türkleri olarak adlandırılmıştır.

Osmanlı monarşisinin sona ermesinin ardından, Irak Türkmenleri, Anayasa Yapıcı Meclis seçimlerine katıldılar ve seçim sürecine katılımlarını, Kerkük’ün idaresinde Türk karakterinin korunması ve Türkçenin tanınması koşuluna bağladılar. 1925 anayasasında, Araplar ve Kürtlerle birlikte Irak’ın kurucu bir unsuru olarak tanınmalarına rağmen, daha sonra bu statü kendilerinden alındı.

Bu süreçte yaşanan 1924 Kerkük Katliamı ile de Irak Türkmenleri anavatandan ayrıldıktan sonra ilk soykırımla karşı karşıya kalmıştır. 

1930 İngiliz-Irak antlaşması ile manda yönetiminin sonra ermesi ve Irak’ın 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmesi sonrasında bağımsızlığına kavuşmasıyla birlikte Irak Türkmenlerinin karşılaştıkları baskı ve şiddet katlanarak artmıştır. Gittikçe dayanılmaz bir hale dönüşen asimilasyon, zorunlu göç ve siyasi baskılara maruz kalan Irak Türkleri, kimliklerini ve varlıklarını koruma mücadelesi vermiştir. Özellikle Kerkük gibi stratejik bölgelerde demografik yapının değiştirilmesi girişimleri, Türkmen toplumunun en önemli endişelerinden biri olmuştur.

1936 yılında hükümet başkanlığına getirilen Memlûk Türklerinden Hikmet Süleyman’ın iki sene sonra istifa etmesinin ardından Irak Türklerine yapılan baskılar daha fazla artmıştır. 1937 yılında Türkiye, Irak, Iran ve Afganistan arasında oluşturulan Sâdâbâd Paktı vesilesiyle Irak’a giden Türk heyeti Kerkük ziyaretinde yoğun ilgi görmüştür. Bunun ardından, pek çok Türkmen aydını sürgün edilmiştir. Bu olaydan sonra da Türkiye’den gelen heyetin bölgeyi ziyaret etmesine Irak yönetimi tarafından izin verilmemiştir.

Bu süreçte Irak Türkmenlerine yönelik gerçekten büyük yankı uyandıran bir katliam gerçekleşmiştir. Kerkük’te petrol şirketinde çalışan Türkmen işçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle düzenlemiş oldukları toplantı ve yürüyüşe 12 Temmuz 1946 tarihinde polis kuvvetleri ateş açmıştır. Irak yönetimi, Türkmenlerin direniş hareketlerini sindirmeye çalışmıştır. Kendi dillerinde yayın yapma ve eğitim verme gibi pek çok temel hak ve hürriyetleri kısıtlanmış ya da bütünüyle yasaklanmıştır. Ayrıca Türkmenlere ait olan bütün derneklerin faaliyetleri ve kültürel ve sosyal faaliyet gösteren dernek kurmaları yasaklanmıştır.

1955 yılına gelindiğinde Türkiye, Irak, İngiltere, İran ve Pakistan arasında imzalanan Bağdat Paktı sayesinde daha ılımlı ilişkiler gündeme gelmiştir. Fakat bu gelişmeler de Türkmenlere yönelik baskı ve asimilasyon faaliyetlerinin azalmasını engellememiştir. Ama anlaşmanın getirdiği bazı olumlu durumlar da ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlileri Irak Türkmenlerinin seyahat etmede sıkıntı çekmemeleri ve Türkiye’de yükseköğrenim yapmalarına izin verilmesi gibi haklarda iyileştirmeler yapılmasıdır.

Irak Kraliyet rejimi Birinci Dünya Savaşı sonrasından uyguladığı İngiltere yanlısı politikalar neticesinde 1957 yılının temmuz ayında, General Abdülkerim Kasım liderliğinde askeri darbe gerçekleştirmiştir. Bu askeri darbe sonucunda Irak’ta Kraliyet rejimi sona ermiş ve yerine Cumhuriyet ilan edilmiştir. Darbecilerin 27 Temmuz 1958 tarihinde çıkardıkları geçici anayasada ilk kez vatandaşlık eşitliği iptal edilip üçüncü maddeye yeni bir hüküm eklenmiştir:   “Irak’ın varlığı bütün vatandaşları işbirliği, haklarının korunması ve hürriyetlerin güvence altına alınması esasları üzerine kurulur. Araplar ve Kürtler bu vatanda ortaktırlar ve Irak’ın birliği çerçevesinde Milli hakları korunur”.                                                             Maddeden de anlaşılabileceği üzere Türkmenler bu anayasa ile beraber azınlık durumuna düşürülerek isimleri dahi yer almamıştır.

1963 yılında Kasım’ı deviren General Abdülselam Arif iktidarı ele geçirdi. Bu tarihten 1968 yılına kadar Irak Türkmenleri önceki dönemlere göre daha rahat olmuşlardır. Siyasi baskılar azaldı ve Türkiye’ye gidiş-gelişler kolaylaşmıştır.

Lakin işler 1968 yılına gelindiğinde tekrar Abdülkerim Kasım dönemindeki vaziyete geri dönülmüş ve 2003 yılına değin Bağdat rejimlerince Türkmenlere yönelik kitlesel yok etme gayesi güden politikalar uygulanmaya devam etmiştir.

31 Ağustos 1996’da KDP Başkanı Barzani’nin yazdığı mektup neticesinde Bağdat rejim güçlerinin Erbil’de yaptığı katliamdan sonra özellikle Barzani’nin başını çektiği Kürt grupların Türkmenlere karşı sertleşen tavırları dikkat çekicidir. 2003 öncesi Bağdat rejim unsurlarıyla işbirliği içinde olarak, 2003’teki Irak işgali esnasında da ABD’yle yaptıkları işbirliği sayesinde iyice Türkmenlere karşı kabadayılık kokan tavırlar ortaya koymuşlardır. 22 Ağustos 2003’te Türkmenlere ait Tuzhurmatu ve Kerkük’teki olaylar örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca ABD, Türkmen şehri Kerkük’ün Kürtleştirilmesine ve Türkmenlere  etnik temizlik yapılmasına destek vermiştir. Tıpkı 1990’lı yıllarda olduğu gibi 2003’te de Kerkük, Kürtler tarafından işgal edilmiştir.  Şehir yakılıp yıkılarak yağmalanmıştır. Tapu ve nüfus daireleri yakılmış ve Kerkük’e yüz binlerce  Kürt yerleştirmiştir.

Irak Savaşı sonrası, Arap medyasında yaşanan Kürt karşıtı eğilim neticesinde, Türkmenleri savunma olgusu ortaya çıkmıştır. Operasyon tarihine kadar haberlerde bile gündeme getirilmeyen Türkmenlerin, artık bazı yazarların ve çalıştıkları gazetelerin odak noktası olduğu görülmektedir. Türkmenlere yapılan haksızlıklar, Arap medyasının gündemine oturmuştur.

2003 yılına kadar siyasette hiç faaliyet görmeyen Türkmenler 2003’den sonra siyaset alanında faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu durumun yıllar sonra Türkmenlerin siyaset yaşamına olumsuz bir durum olarak yansıdığı görülmektedir. ABD’nin Irak işgali sonrasında, Irak’ın yeniden yapılandırılması çalışmaları ve bununla birlikte ifade özgürlüğünün görece gelişmesiyle, Irak’taki tüm etnik ve dini gruplarda olduğu gibi Türkmenler arasında da yeni siyasi oluşumlar ortaya çıkmıştır. Ancak Türkmenler, işgalden sonra yeniden şekillenen Irak siyasetinde etkin bir rol oynamamışlardır. Bu da ABD’nin Türkmenlere karşı uyguladığı haksız ve adaletsiz politikayı açıkça göstermektedir.

2005 yılında kabul edilen Irak Anayasası, Türkmenlerin varlığını kabul etmiş ancak Kuzey Irak’ta Kürtlere tanındığı gibi özerk bir bölge ya da vilayet tayin edilmemiştir. Dolayısıyla söz konusu anayasa Türkmenlere, Kürtlere tanıdığı şekilde geniş haklar tanımamıştır. Türkmenler azınlıklar için yer alan bazı bireysel haklardan yararlanabilmektedirler. 

2003’teki işgal öncesi Araplaştırma görünümüyle yapılan asimilasyon çabaları, 2003 işgalinin başından beri Kürtleştirme olarak devam etmekte, Kürtlere karşı Türkmenlerle Arapların ortak mücadelesi devam etmektedir. Türkmenler için bugünkü durum işgal öncesinden farklı olmamıştır.

Türkiye, Irak’ta yaşayanların tamamına akrabalık bağıyla bağlı olduğu, hepsine eşit mesafede olduğu savını bir tarafa bırakmalıdır. Türkiye’nin İngilizlerin oyunlarıyla kendisinden kopartılan bir vatan parçası ve orada yaşayan soydaşlarıyla ilgilenmesi son derece doğaldır. Türkiye’nin bölgedeki tek dostu Türkmenlerdir. Türkmenlere karşı uygulanan asimilasyon politikaları Türkiye’ye yakın olmaları ve Türk olmaları nedeniyledir. Türkiye’nin Türkmen konusuna daha fazla önem vermesi gerekmektedir. Türkmenlerin de Türkiye’ye güvenmeden, kendi içlerinde liderlik mücadelesini ve gruplaşmayı bir kenara bırakarak, güvendikleri bir lider etrafında toplanarak, kendi ayakları üzerinde durması gerekir.

3)FİLİSTİN TÜRKLERİNİN TARİHİ KÖKLERİNE BAKIŞ

Emeviler döneminde Maveraünnehir’e yapılan akınlar sonucu Türkistan’dan getirilen binlerce asker sayesinde Türkler ilk kez Filistin dolaylarında görülmeye başlanırken Abbasiler döneminde de bu durum artarak devam etmiş, ayrıca Abbasilerin İslam ordusuna almaya başladığı Türk savaşçılar da burada iskan edilmeye başlamıştır.

O dönemde Biladü’ş-Şam ve Filistin Mısırlı Şii Fatımilerin yönetimi altındaydı. Ekonomik, siyasi ve askeri nedenlerle zayıflayan Fatımi gücü, 11. yüzyılın ortalarına gelindiğinde (Hicri 5. yüzyıl) gerilemeye başlamıştı. Bu gerilemenin başlıca nedenleri arasında, başta büyük Tay’a kabilesinin Filistin’e göçü ve Biladü’ş-Şam sınırlarında yaşayan Bedevi Arap kabilelerinin ayaklanmaları ve saldırıları vardı. Fatımi devleti Filistin’de düzen ve güvenliği sağlayamayınca, Fatımilerin Şam’daki lideri Bedir el-Cemalî, Doğu Anadolu ve Kuzey Şam’a ulaşan Türkmenlerden yardım istedi. “Nâvekiyye” adı bazen kaynaklarda Türkmen ile anlamdaş olarak bulunur. Kelime, Türkmen kabile grupları veya Türkmen toplumsal grupları olması muhtemeldir.

Bedir el-Cemâlî’nin yardım istediği Türkmenler yahut Nâvekiyyeler Sultan Alp Arslan’ın (1063-1072) yönetimindeki Selçuklu ordusunun resmi bir parçası değillerdi. Hatta kaynaklar da, Alp Arslan’ın kendisine isyan eden kardeşi İbrahîm’in emirlerine itaat eden bu kişileri kovaladığı ve binlercesini öldürdüğü belirtmiştir.

Bedir el-Cemâlî’nin yardım çağrısına olumlu karşılık veren 6.000 ila 12.000 Türkmen savaşçı, Reis Atsız’ın komutası altındaydı. Bunlar 1071’de Biladü’ş-Şam’ın tamamında hakimiyet kurmayı başararak Arap Bedevilerin halka yönelik saldırganlığını sınırlandırdılar. Bölgede nispeten kısa bir süre için sükûnet ve güvenlik hüküm sürdü.

Atsız, Biladü’ş-Şam ve Filistin’in iç bölgelerini kontrolü altına almayı başardı. Ancak Fatımi yönetiminde kalan Şam ve Filistin kıyılarını ele geçiremedi. Bedir el-Cemali’nin Filistin’den çıkarılmasının hemen ardından Mısır, Türkmenlerin karşısında kaybettiklerini geri almak için Biladü’ş-Şam’a dönmeye hazırlandı. Bölgedeki Türkmen varlığını tehdit eden tehlikeyle karşı karşıya kalan Atsız, Selçuklu sultanından destek ister, sultan da bunu kabul eder ve kardeşi Tutuş komutasında bir ordu gönderir. Fakat Tutuş, Atsız’la Şam’da karşılaştığında onu yakalar ve kendisine gösterilen saygıya riayet etmediği bahanesiyle astırır (Atsız, Tutuş’u karşılaması ve uygun bir şekilde ağırlaması için Şam’dan fazla uzaklaşmamıştı). Böylece Filistin ve Biladü’ş-Şam’ın büyük bölümünde Selçuklu egemenliği resmen kurulmuş olur.

1088 yılından başlayarak artık kalıcı biçimde Hayfa bölgesindeki Mansi köyüne yerleştirilen Türkmen boyları, Akka ve Filistin kıyılarında yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Mensup oldukları ve aynı adı taşıdıkları aşirete nispetle “Türkmen Araplar” olarak adlandırılmışlardır. Musul Atabeyi Emir Zeyneddin Yusuf ve Nureddin Mahmud Zengi döneminde de bölgeye Türkmen akını devam etti.

Haçlılara karşı Cihat bayrağını açan ilk mücahit Türkmen , Halep Emirliğinden yola çıkan Sultan Nureddin Zengi olmuştur. Zengi’den sonra onun sarayında yetişen Yusuf cihat bayrağını almıştır. Yusuf, kendine Selahaddin Eyyubi lakabını seçmiş ve “Allah’tan başka İlah yoktur” bayrağını kaldırarak Müslümanları cihada davet etmiştir. Bu davete en büyük komutanı, yakın arkadaşı ve eniştesi Muzaffereddin Begtekin Koçak evet demiş ve emrinde bir Türkmen ordusu toplamıştır. İşte Selahaddin Eyyubi ile birlikte Kudüs harbine katılan binlerce kişilik bu ordu, kutsal beldenin fethinde önemli rol oynadı.

Selahaddin Eyyübi ,savaşçılarıyla birlikte Doğu Filistin’e hareket ederek Hatin düzlüğünde karargahını kurmuş ve Haçlılarla 5 Haziran 1187 tarihinde yaptığı savaşta büyük bir zafer kazanmıştır. Irak’taki Erbil Emirliği ile iletişim kurarak önce Ali Küçük komutasında olan bir Türkmen ordusunun ve sonra yine de Erbil Emirliğinden Zeyneddin Yusuf komutanlığındaki diğer bir Türkmen ordusunun kendisine katılmasını temin eden Selahaddin Eyyübi ,bu ordular 20 Eylül 1187 tarihinde Kudüs şehrini kuşatmış ve 14 gün süren kuşatma neticesinde Kudüs’ü teslim almıştır.

1516’da Mercidabık ve 1517 Rıdaniye savaşları sonrası Suriye, Lübnan ve Filistin toprakları Osmanlı Devleti’ne geçti. Yavuz Sultan Selim, Memlük Devleti’ne son vererek Kızıldeniz üzerinden Baharat Yolu’na sahip olmak ve Hac yolunun güvenliğini sağlamak amaçlı, bölgeye yakın Sancaklardan Türkmen aşiretlerini yol boyunca iskan etti.

Anadolu’dan Filistin’e iskan edilen aşiretler arasında Yörük ve Türkmen aşiretleri önemli bir yer tutmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu, bu göçleri teşvik ederek bölgede tarım ve hayvancılığı geliştirmeyi, aynı zamanda stratejik noktaları güçlendirmeyi amaçlamıştır. Özellikle Halep, Maraş, Adana ve Konya gibi bölgelerden gelen Türkmen aşiretleri, Filistin’in farklı bölgelerine yerleşmişlerdir.

1890 yılında ilk Türkmen Meclisini kuran Filistin Türkmenleri için 1918’de I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle değişim zamanı gelmişti. Artık çadırlarını bırakıp taş ve kilden yapılmış, hatta süslü taştan yapılmış evlere yerleşen Filistin Türkmenleri, göçebelikten yerleşik hayata geçiş yapmış oldu.

1920’lerin başında bir dizi köy kuran Filistin Türkmenleri, bununla birlikte toprak ve hayvanların kolektif yönetiminden özel mülkiyet sistemine ve çeşitli tarım ürünlerinin yetiştirilmesine geçtiler. Kayseriye Türkmenlerine gelince, çoğunluk uzun süre Bedevi çadırlarında yaşamaya devam ettiler. 1948 yılına kadar pek önemi olmayan küçük bir köy olarak devam eden Karkur köyü dışında ev ya da köy inşa etmemişlerdir.

  1. Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı’nın bölgeden çekilmesiyle kurulan İngiliz Mandası’na (1917-1948) ve Siyonizm’e karşı ülkeyi özgürleştirmek için başta 1936 devrimi olmak üzere Filistinlilerin İngiliz hükümetine karşı tüm ayaklanma ve devrimlerinde yer alan Türkmenlerin yaşadığı şehirler de diğer Filistin şehirleri gibi 1948 yılına gelindiğinde Siyonist saldırılara maruz kalmıştır.

Yine 1967 işgaline karşı Türkmenler de Filistin Halkı ile birlikte direnişe katılmıştır.

Öte yandan, İsrail’in 2002 yılında Cenin kampını işgali ve halka karşı katliam başlatması sırasında yüzlerce şehit ve yaralı arasında kamptaki en büyük nüfus grubu olan “Türkmen Araplar” aşiretinin çok sayıda üyesi de bulunuyordu. Sadece İsrail’in Cenin Kampı katliamında 600’den fazla Türkmen katledilmiştir.

Kendine Cebelü’n -nâr yani Ateş Dağı olarak adlandırılan Nablus’u yurt olarak edinen Filistin Türkmenlerinin en ünlü aileleri ise Türk, Bayrakdar, Batnıcı, Çorbacı, Garbavi ve Terzi aileleridir. 

Türkmenlerin ayrıca kadrosu ve liderliği olan kendilerine özgü Aksa Şehitleri isimli bir askeri örgütleri de bulunmaktadır. Bu örgüt, Siyonistlerin saldırılarına karşı Cenin kampını korumak amacıyla bu kampın içinde sürekli olarak üs kurmuşlardır. Batı Şaria Türkmenlerinin sayısı 50 – 60 bini bulmaktadır.

Filistin’de Türk soyadları çoğunlukla “ci” harfiyle biter (örneğin, el-Batnici ve al-Şurbaci); yaygın isimler arasında ise El-Garbavi, Terzi, Türk, Birkder, Cukmadar, Rıdvan, Casir ve el-Cemasi bulunur.

4)LÜBNAN TÜRKLERİNİN TARİHİ KÖKLERİNE BAKIŞ

Emeviler döneminde Maveraünnehir’e yapılan akınlar sonucu Türkistan’dan getirilen binlerce askerin getirilmesiyle başlayarak Abbasiler döneminde artarak devam eden iskan faaliyetlerine ek olarak IX. yüzyılın son çeyreğinde ilk kez bir Türk devleti Tolunoğulları’nın hâkimiyetinin tesis edilmesiyle ilk kez Lübnan’da Türk varlığına denk gelinmeye başlanmıştır. Tolunoğulları’ndan sonra İhşîdîler’in idâresi altına giren Lübnan, 969’dan itibaren tedrîcî olarak Fâtımîler’in hâkimiyetine geçmiştir. Kısa süreli ve istikrarsız Selçuklu hâkimiyeti (1078-1117) döneminde yaklaşık 15 bin Türk buraya yerleştirilmiştir. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin 1187’deki Hittîn zaferi ve ardından 1189’da Kudüs’ü fethinin ardından Lübnan’ın sahil kesimi hariç bölge Türk hânedanı Eyyûbîlerin elinde geçti.

Günümüzde, Lübnan Türk toplumunun çoğu, Selçuklu döneminde bölgeye (Bekaa Vadisi) yerleşenler ve Anadolu’dan Lübnan’a gelen Osmanlı Türk yerleşimcilerinin torunlarıdır.

Haçlı seferleri esnasında Hristiyan ordularının işgali altındaki Lübnan, Memlûk Sultanı Baybars ve Kalavun döneminde yapılan başarılı muharebelerle kurtarıldı. Memlûklar, XIV. yüzyıl başlarında bölgeye bazı Türk aşiretlerini yerleştirdi. Lübnan, XIV. yüzyıldan itibaren güçlü Memlûk hâkimiyeti altında istikrarlı bir dönem geçirdi.

  1. yüzyılda Kisrivan’dan Trablusşam’a stratejik noktalarda daima Türkmen aileleri bulunmuştur. Derken Lübnan Çerkes asıllı Berkuk Beyin eline geçer. Beyrut’un kuzeyi ise Türkmen Assaf ailesine bırakılır. Türkmenler iltizam yoluyla vergi toplar. Bu boylar aynen Memlûklar ve Osmanlılar gibi Türk ve Sünni’dirler.

Lübnan, 1516’da Yavuz Sultan Selim’in Suriye-Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine girdi. Yine bu dönemde hac yolunu korumak gayesiyle Suriye ve Lübnan’a bazı Türk aşiretleri yerleştirildi. Bu aşiretlerden daha az vergi alındı ve bu aşiretler Osmanlı tarafından resmen koruyup kollandı. 1918 yılına kadar bölge Osmanlı’nın hakimiyetinde kaldı.

Lübnan, 1918 Ekim başında İtilaf kuvvetlerince işgal edildi. Ekim 1918’den Lübnan bu tarihten itibaren bağımsızlığını kazandığı Kasım 1943’e kadar Fransız yönetiminde kaldı. Burada kalan Türkler de kendi kaderine terkedildi.

1989’da Lübnan ordusunda askerlik görevi yürüten Kavaşra köyünden Halit Esad, 1989 yılında görevi sırasında Türkçe konuşurken subayı tarafından fark edilip subayın Halit Esad’ı Türkiye Büyükelçiliğine götürmesi ile unutulan Lübnan’daki Türk varlığı ile Türkiye Cumhuriyeti makamları arasında ilk kez bir ilişki kurulmuştur. O dönemin Beyrut Büyükelçisi İbrahim Dicleli ile görüşen Esad, Kavaşra köyünden bir Türkmen olduğunu ifade etmiştir.

5)ÜRDÜN TÜRKLERİNİN TARİHİ KÖKLERİNE BAKIŞ

Emeviler döneminde Maveraünnehir’e yapılan akınlar sonucu Türkistan’dan getirilen binlerce Türk’ün iskanıyla başlayan süreç, Abbasiler döneminde de sürmüştür. Devlet merkezinin Irak’a taşınmasıyla Suriye ile birlikte ihmal edilen Ürdün, IX ve X. yüzyıllarda Abbâsîler’in zayıflamasıyla Mısır’da ortaya çıkan Tolunoğulları ve İhşîdîler gibi mahallî hânedanların egemenliğine girmiştir. Böylece Türklerin Batı’ya doğru hareketi giderek hız kazanmıştır. Bu dönemlerde bölgeye yönelik Türk göçleri artmış olmakla birlikte, asıl olarak bu göçlerin Selçuklularla birlikte ivme kazandığı görülmektedir.

Tüm bunlar yaşanırken Fâtımî nüfuzuna boyun eğen Ürdün’e Kuzey Arabistan’dan gelen Tay gibi kabileler yerleşmeye başlamıştır. Bu kabilelerin yol açtığı çeşitli isyanları 1029’daki Ukhuvâne savaşında bertaraf eden Fâtımî yönetiminin varlığı, davet üzerine yardımlarına gelen Selçuklu Emîri Atsız bin Uvak’ın Filistin ve Ürdün’ü ele geçirmesiyle sona erdi. 

XII. yüzyılın başlarında Ürdün, Haçlılar’la Kahire ve Şam’daki beylikler arasında tampon bölge niteliğindeydi. Kudüs Kralı I. Baudouin 1115’te  bölgeyi egemenliği altına aldı. Ürdün’de Suriye ile Mısır ve Hicaz’ı birbirine bağlayan kervan yolu üzerindeki Şevbek ve Kerek kaleleri bu dönemde Haçlılar’ın önemli merkezlerindendi. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin bölgeyi fethinin ardından Ürdün Eyyûbîler’in yönetimi altına girdi.

1260 yılından itibaren Memlük hâkimiyetine giren Ürdün’ün kuzeyi Şam (Suriye) nâibü’s-saltanasına bağlı bir idarî birim haline geldi. Ürdün, Memlükler döneminde Kerek, Şevbek, Aclûn ve Ezrak kaleleriyle bölge savunması için önemli bir rol oynamaktaydı. Memlükler’in XV. yüzyılda zayıflamasına paralel olarak Ürdün’de kabilelerin hâkimiyeti başladı. Kuzey Ürdün’de Aclûn bölgesi Gazzevî ailesinin idaresine girdi, bu aile daha sonraki yıllarda bütün Ürdün’de hâkimiyet kurdu.

Ürdün, Yavuz Sultan Selim’in 1516’daki Mısır seferi sırasında Osmanlılar’a geçti. Gazzevî ailesi de bir Osmanlı sancağına dönüşen Aclûn’da sancak beyi statüsünü elde etti. XIX. yüzyılın ortalarında sancak diye kaydedilen Aclûn bu yüzyılın sonlarında Havran’a bağlı bir kaza idi. Osmanlılar döneminde Maan ve Kerek de (Kerek-Şevbek) sancak şeklinde kaydedilmiştir. XVII. yüzyılda isyan edip Lübnan’ı egemenlikleri altına alan Ma‘noğulları nüfuzlarını Ürdün’ün kuzeyindeki Aclûn’a kadar yaydılar. Şam Beylerbeyi Küçük Ahmed Paşa’nın bölgeyi tekrar Osmanlı hâkimiyetine almasından sonra Ürdün’de Gazzevî ailesinin nüfuzu azaldı. XVIII ve XIX. yüzyıllarda Arabistan yarımadasının kuzeyindeki kabilelerin baskısı sonucunda Ürdün’de bedevî kabileleri isyan ederek karışıklık çıkardı. Burası hac yolu üzerinde önemli bir merkez olduğundan isyanlar Osmanlılar tarafından dikkatle takip edildi ve bastırıldı.

Arap Yarımadası’ndaki Vehhâbîlik hareketi bu dönemde Ürdün’ü de etkiledi. 1809-1810 yıllarında Ürdün’ün tamamını ele geçirip Suriye’ye yaklaşan Vehhâbî grupları Mehmed Ali Paşa tarafından bertaraf edildi. Bu devirde çıkan kabile isyanlarını Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa bastırdı. İbrâhim Paşa’nın 1841’de bölgeden ayrılmasının ardından kabilelerin çıkardığı karışıklıklar daha da arttı ve demografik değişmelere yol açtı. Özellikle Ürdün’ün kuzeyine göçler oldu. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Ürdün’ün kuzey bölgeleri şehirleşme ve nüfus açısından gelişme gösterirken güney bölgelerinde nüfus azaldı. 1864 yılından itibaren Ürdün’ün kuzeyi tekrar Suriye (Şam) vilâyetine bağlandı.

Ürdün topraklarına yönelik olarak 1860’larda toplu bir göç yaşanmıştır. Avşar Türkmen aşireti olarak bilinen Oğuz Boyuna mensup Yörüklerden yaklaşık 100 ailenin, bugün Ürdün’ün başkenti Amman sınırları içerisinde kalan Rumman köyüne yerleştiği bilinmektedir.

  1. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılan Osmanlı’nın 1918’de bölgeden çekilip Ürdün Devleti’nin kurulmasıyla birlikte Rumman’da kalan Türkler bu bölgenin esas unsuru haline gelmiştir. Rumman’da 1970’lere kadar sadece Türklerin yaşadığı bilinmekle birlikte, Rumman muhtarlığının yaklaşık 75 yıl boyunca sadece Türklerde kaldığını ancak daha sonra bu bölgeye yerleşen Araplara geçtiği bilinmektedir.

Ürdün’deki Türk varlığının oluşumuna ilişkin bir diğer önemli nokta Osmanlı’nın son döneminde hayata geçirilen Hicaz Demiryolu Projesi’dir.

Pek çok Türk ailesi demiryolu projesinde çalışmak üzere bugünkü Ürdün’e gelmiş, hatta projede çalışacak bazı kişiler bu bölgelerde askerlik yapan kişilerden seçilmiştir. Hicaz Demiryolu Hattı’nın faaliyete geçmesi ile birlikte, projede çalışan kişilerin büyük kısmı aileleri ile birlikte Hicaz Demiryolu’nun geçtiği bölgelerde kalmıştır.

Ürdün’de bugün Osmanlı-Türk göçmenlerinin torunları olan yaklaşık 60.000 kişilik bir halk kitlesi bulunmakla birlikte Türk varlığının önemli bir kısmını da Filistinli Türkmenler oluşturmaktadır. Bu Türkmenlerin büyük kısmının Selahattin Eyyubi ile birlikte bugünkü Filistin topraklarına gelen Türkmen atlılardan kalan aileler olduğu bilinmektedir. Buna ek olarak, Ürdün’e yakın zamanda göç eden 8.262 Türk vatandaşı da bulunmaktadır.

SÖZÜN ÖZÜ

Görüldüğü üzere bölgedeki varlığı 1400 yıldan fazla ve Anadolu’daki varlığından da eski olan ve nüfus olarak da kalabalık olan Türkmenlerin bölgede salt etnik köken olarak düşünülmesi yanlış bir değerlendirme olacaktır. Bölgedeki tarihin, birikimin, kültürün korunması ve tanıtılmasıyla hem bölge açısından hem de küresel açıdan daha çok gündeme gelmesi gereken etnik bir grup olan Türkmenler, Ortadoğu’da yok sayılamayacak bir aktör konumundadır.  Dünya ülkeleri açısından medeniyetlerin kurulduğu coğrafyada güvenliğin ve barışın sağlanması; Türkiye zaviyesinden ise Türkmenler ile olan tarihi bağların yanı sıra; Türkiye’nin sınır güvenliğinin sağlanması açısından önemli bir gerekliliktir. Bu güvenliğin sağlanmasının ana omurgasını oluşturacak stratejilerden biri de şüphesiz Türkmenler ile kurulacak bağların daha da kuvvetlenmesinden geçmektedir. Bununla beraber Türkmenler ile ilgili yapılan araştırmaların, haberlerin daha da artırılarak Türk kamuoyunun gündemini daha çok meşgul etmesi gerekmektedir.

KAYNAK:

Buzpınar, T. (2011). Filistin’e yahûdî göçü meselesi (1878-1908), Devr-i Hamid, Sultan İkinci Abdülhamid, 5, Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yayınları.

Akar, Metin (1993), “FasArapçasında Osmanlı Türkçesinden Alınmış Kelimeler”, Türklük Araştırmaları Dergisi , 7 : 91– 110

Çelik, M. (1993). Filistin, doğuştan günümüze büyük İslam tarihi, İstanbul: Çağ Yayınları, Darkot, B. (1988).

Dursun D. (1995). Ortadoğu neresi?, İstanbul: İnsan Yayınları.

Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 157, 165-167, 180, 188, 199, 201, 226, 277.

Ya‘kūbî, Kitâbü’l-Büldân, s. 325-330.

İbn Hurdâzbih, el-Mesâlik ve’l-memâlik, s. 77-78.

Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), tür.yer.

İbn Havkal, Ṣûretü’l-arż, s. 173-174.

İbnü’l-Kalânisî, Târîḫu Dımaşḳ (Amedroz), bk. İndeks.

İbn Asâkir, Târîḫu Dımaşḳ, bk. İndeks.

Yâkūt, Muʿcemü’l-büldân, I, 147-149.

İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, tür.yer.

Elçibey, E. (1980). 106-107; Philip K. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi (Çeviren: Salih Tuğ), İstanbul 1980, III, 712.)

Filistin, İslam ansiklopedisi, 4. İstanbul: Millî Eğitim Basımevi. Demirkent, I. (2002).

Haçlılar dönemi Kudüs, Diyanet İslam Ansiklopedisi, (26), 330-332, 334-335 Dolu, A. (2016).

Harman, Ö. F. (2002). Kudüs, İstanbul: Diyanet İslam Ansiklopedisi, (26), 324- 325.

İbnû’l-Esir, el-Kâmil fî’t-Târih, C. VIII, s. 390; Sıbt İbnu’l-Cevzî, Mir’âtü’z-Zamân Fî Târiîhi’l-Âyân’da Selçuklular, Seçme, Tercüme ve Değerlendirme: Ali Sevim, Ankara: TTK, 2011, s. 195.

Karaman, M. L. (1996), Filistin, Diyanet İslam Ansiklopedisi, (13), 89-91,103,137-138,140.

Karaköse, H. (2018). Orta doğuda Osmanlı İngiliz mücadelesi (1876-1918 yılları arası), Ankara: Nobel Yayınları.

Kasalak ,K. (2016). İngilizlerin Filistin politikası ve Filistin mandası, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 3(25), 66-67. Kılıç, R. (2017).

Güney. A. Türklüğün Kanayan Yarası Irak ve Suriye Türkleri

Zekeriya Kurşun, “Osmanlıdan Amerika’ya Tanımlanamayan Ülke Irak”, Irak DosyasıI, Ali Ahmetbeyoğlu, Ali Cengiz, Yahya Başkan, İstanbul: Tatav Yayınları, 2005, s. 1-37.

Erşat Hürmüzlü, Irak Türkleri, İstanbul: Irak Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği Yayınları, 1991, s. 34.

Bilal N. Şimşir, Türk-Irak İlişkilerinde Türkmenler, Ankara: Bilgi Yayınevi, 2004, s. 207-208.

HÜRMÜZLÜ, Erşat, , Türkmenler ve Irak, Kerkük Vakfı yay., İstanbul, 2003

ÖZMEN, Hasan, Irak ve Türkmen Dosyası, TİKV yay., Kasım, 2001.

SAATÇİ, Suphi, Tarihten Günümüze Irak Türkmenleri, Ötüken yay., İstanbul, 2003.

Aydemir, Ö. K. (2013). Ortadoğu’daki Kayıp ve Metruk Türkler: Lübnan Türkleri. Yeni Türkiye Dergisi Türk Dünyası Özel Sayısı, Yıl: 9, S. 54 Winter. Türkiye. s. 2319-2329.

Nadir Özkuyumcu, “Tolunoğulları”, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2012), Cilt. 41

Abdurrahman Mustafa, “Türkmenlerin Durumu”, DAİŞ 3. Dünya Savaşı’nın Deşifresi, (Ed.: Betül Soysal Bozdağan), (İstanbul: Hayykitap, 2016), 163.

Nikolaos Van Dam, Suriye’de İktidar Mücadelesi, İletişim Y., 2000, s. 44.

Kırım'ın Sesi Gazetesi

27 Şubat 2015 Tarihinde hizmet bermege başlağan www.kiriminsesigazetesi.com maqsadı akkında açıklama yapqan Mustafa Sarıkamış İsmail Bey Gaspıralı’nıñ bu büyük mirasına sahip çıqmaq ve onun emellerini yaşatmaqtır. Qırımtatar Türkleriniñ ananevî, körenek, ürf, adet kibi yaşamlarında ne bar ise objektif şekilde Dünya cemiyetine taqdim etilmektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Pin It on Pinterest