Misafirler
Rafig Tağı,
5 Ağustos 1950 yılında Masallı ilçesine bağlı Khoshchobanli köyünde doğdu. 1966 yılında Masallı ilçesine bağlı Tekle köyü ortaokulundan, 1972 yılında Azerbaycan Devlet Tıp Enstitüsünün tedavi ve korunma fakültesinden mezun oldu. 1981-1983’te Moskova Tıp Enstitüsü’nün dahiliye klinik ihtisasında okudu. 1972-1974 yılları arasında Sabirabad ilçesi Yolçubeyli köyü poliklinik başhekimliği, 1974-1979 yılları arasında Masallı ilçesi Hasanlı köy hastanesinde başhekim olarak çalıştı. 1979’da Rusya’nın Kalinin bölgesindeki Konakovo şehir polikliniğinde, 1979-1983’te Moskova’da 23 Nolu Şehir Klinik Hastanesi’nde, 1983-1990’da Moskova Acil ve Acil Bakım İstasyonunda ve o zamandan beri saha terapisti olarak çalıştı. 1990 Bakü Şehri Acil ve Acil Tıbbi Bakım’da karakolda doktor olarak çalıştı. Birkaç yabancı ülkeden hikayeleri yayınlandı. Yedi kitabın yazarıdır. İngiltere’de bir kitap yayınlandı.
23 Kasım 2011’de vefat etti.
Rafik Tağı
(hikaye)
Misafirler
Telefon iki kere kesik kesik cıngırak çaldığında Halide oturduğu yerden fırladı.
- Yaşasın! Babamdır!
Elinden kopan peçete kağıdı paraşüt gibi açıldı. Masanın üzerine kondu.
Görünüşte Sakinenin acelesiyoktu. Fakat ağzındaki lokmayı ciğnemeden yutarak koridora yürüdü. Daha Moskovaya gelmeden kızını iyice tenbihlemişti. Telefon çaldığında hemen kendini kayb etmesin, kendisi gereken sözleri söyleyinceye kadar sabırlı davransın, “babacımlar”ı daha sonraya bıraksın.
-Alo! Alo-o..
Qaliba karşı taraftan ses yoktu.
-Ay balam, şu ses neden gelmesin? Sakine salonda oturan Alime uzandı.
-Bana versene anne! Bana versene!
-Bir dur sen de! Sakine kolunun dirseği ile kızını itti.
-Alo!
Fakat, baktı faydası yok, ahizeyi Halidenin üzerine fırlattı.
Bu da öve öve bitiremediğiniz Bakü. Bir tane doğru düzgün çalışan telefon postanesi bile yok.
- Babişkom, babacım!
- Kız, yavaş konuşsana! Bağırınca duyacakmışsanki.
Alim masayı toparlamaya koyuldu; tabakları sıklaştırıp masada yeni gelen yemek tabaklarına yer açtı.
- Alim, şu Olyayı doğru düzgün göremiyoruz ama.
- Olya mutfakta.
- Onu biliyorum da. Neden gelip bizimle oturmuyor?
- Gelip sizinle oturması yakışı kalmaz. O zaman yemekleri kim yapar?
Sakine mutfağa doğru seslendi:
Olya, gelsene buraya! Dinleme sen bunu!
Gelin mutfakta şırıltıdan, cızırtıdan başka tüm dünya seslerinden mahrumdu. Bir de işitsin ya işitmesin, fark etmezdi. Evin reisi Alimdi. O da yengesinin Olyayı merak ettiğini gördü, hatta sofraya bile davet etti.
Geldikleri onuncu günün Baküden telefon çalan dokuzuncu gecesiydi. Amcası can-ciğerleri için kaygılıydı her halde.
- Oba! Yine Baküden olacak!
Sakineyle Halide bu kez birlikte dillendiler. Sandalayelerinden aynı anda kalkıp koridora doğru koştular.
Alim kılını bile kıpırdatmadı: “çağıran olursa kalkar, olmazsa ne ala.” Önceleri amcasının telefonuna o da koşuyordu. Telefonun yanı başını tutar dururdu. Sakineden, lafını bitirince ahizeyi ona vermesini isterdi. Sonra amcası Halideyi çağırırdı telefona. O anldarda Halide laf ishaline tutulmuş gibi konuşurdu. Bu sefer de Halidenin kulağına fısıldardı, lafını bitirince ahizeyi ona vermesini isterdi. Sözü vardı amcasına, şaka değildi, üç seneydi tek kelime kesmedikleri. Sesini duymak istiyordu amcasının. Öte yandan adam incine bilirdi. Bakü gibi uzak bir yerden yeğeninin evini arasın, yeğen kıçını sandalyeden kaldırmasın. Düpe düz laubalilik olurdu.
Babasıyla konuştuğunda Sakine kızına acele etmesini söylüyordu.
- Hadi çabuk ol! Kısa kes! Para gidiyor para.
Alim bu lafları duymazlıktan geliyordu.
- Yeter, ahizeyi ver Alim de konuşsun!Alim sen istediğin kadar konuşursun.
Nihayet amcasıyla konuşa bildi.
- Salamun-aleykumun amca! İyi misiniz? İşler yolunda mı?
Amcası yanıtlamadan, soruya geçti:
- Bizim çocuklardan ne haber, nasıl vardılar? Hanımın bacakları ne durumda?
- Vallahi sormadım ki amca… Senin işler nasıl, yürüyor mu?
- Bak, sorumluluk sana ait, öyle bilmiş ol! Saçlarının bir teli eksik olursa, ben karışmam.
- Rahat ol amca! Rahat ol! Nine nasıl?
- Ne yapıp ettiğini uzun uzun bir metupta yazarsın bana. Sağlıcakla kal.
Bu yerde kısık kısık sinyaller ahizeyi doldurdu.
Alimin ardına bakmadan Baküyü terk edişi üç seneden fazlaydı. Fabrikalarda çalışanla çalışmayanı terazinin hep aynı gözüne koyuyorlardı. İstersen kendini yüz sene yıprat, dişinle tırnağınla didin dur, nafile, bir şey değişmeyecekti.
Moskovaya yerleştiğinden bu güne amcasından bir kerecik mektup almıştı. O güne kadar Yılbaşılarını, Olyanın 8 Mart Dünya İşçi Kadınlar Gününü sallamış, bu senenin Sovyet Ordu Günü ve Askeri Deniz Kuvvetleri Günü arefesinde yeğenini hatırlayacak olmuştu. Yazıyordu, onun Büyük Sovyet Ordu Gününü tüm kalbiyle kutluyor. Amcası azacık karıştırmış olmalıydı bayramları. Bayram tamam da, adam Moskovoya taşınmasını da tüm kalbiyle kutluyordu. “İnsan Baküde yaşarmı hiç, neyse boş ver. Burda her kes bir birinin etini didikliyor. Moskovanın meziyetlerini say say bitmez. Öküzler bile gidip oradan profösör olup dönüyorlar memlekete. Bir yerlere gel yeğen, bizler de sana bakıp sinemize vura vura övünelim.”
Amcası kutlamalara geç kalmışdı, bu yüzden Alimi etkilemedi. Artık Moskova onun için sıradan bir yerdi. Birinci sene yazmış olu verseydi, yine neyse.
Amcası onun mektuplarının bir tanesinin bile eline geçmemesinden yakınıyordu. Sakın ola, bunu amcasının soğukluğuna vermesin.
“Peki, acaba ona iki sene durmadan yazdığımı nereden biliyordu?”
“İlk baharın sonu, yazın evveli gibi Sakine ile Halideyi sana yollayacağım.”
Adete göre kültürlü insanlar mektubun önemli kısmını metnin başında göze sokmazlar. Sona doğru hem de daha küçük harflerle yazarlar.
Alim telefon konuşmalarında amcasıyla konuşma ihtimali olmasa bile adet yerini bulsun diye misafirlerin yanında bekliyordu. Sonra en ufak olumsuzlukları şişirip amcasına söyler, kardeşinin oğlu koca bir öküzmüş derler. Telefon muhabbeti ne var ne yoklardan, ne yediniz ne içtiniz konusuna geçtiğinde Alim usulca salona geçer misafirlerine çekinmeden konuşma fırsatı verirdi. Fakat, evin ses duyulmayacak köşesi yoktu.
- Elbette, yabancı ürün hepsi! Biz yerli malmı giyinelim, enayi miyim ben? Sesin hiç işitilmiyor. En sonda! Bozula bilecek şeyleri en sonda!
Qaliba burada ses kesti. Sakine homurdanıyordu da ondan.
- Baküyü görüyor musun, allah aşkına!
Mutfaktan gelen koku Olyanın hangi yemeği yaptığını, hangisini yapacağını belirtiyordu.
- Ne var, ne yok? Ne söyledi amcam?
- Hiç konuşamadık ki. Seni sordu.
- Sağ olsun!
- Her aradığında sana selam söylüyor. Yüzyne konuşmak gibi olmasın, ama amcan sana bayağı bir sayğı duyuyormuş… Görüyor musun sen, Olya kendini harap etti mutfakta.
Bu arada telefon tekrar çaldı.
- Bizi özlemiştir, olacağı buydu zaten.
Alim telefonun neredeyse yanındaydı. Ahizeyi kaldırdı.
- Salamun aleykumun amca!
Amcası buyurdu:
- Onları Moskovada iyice dolaştır. Qafar Yusupovun kontuna götür. Gözleri fal taşı gibi açılsın.
- Alim kısa kes.
- Şimdi kesilecek. Sakine de dayanamayıp dillendi. – Halide sen kısa konuşursun. Biliyorsun paralı. Alim sen istediyin kadar konuş.
- Ahizeyi Halideye veriyorum. Alim yılanın ağzından kurtulmuş kurbağa gibi hiss etti kendini.
- Babacığım, kuraban olurum, gömlek numaran kaçtı senin?
Sakine ağzını ahizeye yaklaştırıp bağırdı:
- Sen oradan bira az kredi yolla! Duyuyor musun beni?
Misafirler masaya döndüklerinde yüzleri gülüyordu.
- Bu sefer bir moskovalı gibi konuştuk. Geveleyip durmadık.
- Anne moskovalıları met edip durma sende. Gevelemeyin tadı başka.
Sakine mutfağa doğru seslendi:
Olyacım, sen de gelip bizimle otursana. Utandırıyorsum ama bizi.
Sesini Olyanının duyamayacağını biliyordu. Önemli olan Alimdi, yengesinin nasıl marhametli, kültürlü bir kadın olduğunu görmüş bilmiş oldu. Bir de ilave etti:
- Geldiyimden beri gelinimizin yüzünü doğru düzgün göremedim.
- Babamın gömleyinin numarası Aliminkiyle aynı.
- Kız, bilip bilmediğini konuşuyorsun. Babanın boynu daha kalın.
Tavuk ızgarası da masaya geldi.
- Nefis! Ah Olyacım, vallahi böyle devam edersen başımızı alır gideriz Moskovadan.
- Hadi, yemeği soğutmayalım. Alim misafirler çekimesin diye, önce kendisi tavuktan bir parça aldı.
- Sözde Bakünün telefonlarını yenilediler. Örneğin, benim numaramı sana, senin numarayı bana verdiler. Allah belalarını versin!
- Amcam sizleri müzeye götürmemi söyledi.
- O hep öyledir. Amcanı boş ver sen! Biliyor musun nereye gitmek istiyoruz? Eee, o zaman bizden bir teşekkür hak etmiş olursun. Şahların mücevherleri bulunan yere.
- Şahların değil, çarların.
- Çar olsun canım. Varmı öyle bir yer.
- Olur, oraya da gideriz.
- Söylemiştim ama var diye! Sakine hafifçe güldü. Kendi kulaklarımla duymuştum.
- Amcam dediği yere muhakak gitmeliyiz!
- Senin hatrın için olur. Ne yapalım, bir günümüzü de senin için feda ederiz.
Alim son zamanlarda köyünün yerini, kardeşinin unvanını koca harflerle bir kağıda yazıp Olyaya vermişti. Ne olur ne olmaz, ha insanın canı, ha tavuğun canı, ne fark eder. Bir bakarsın yolun orta yerinde düşüp kalmışsın. O zaman her kese telegram çeker. Bir tek korkusu vardı. Olyanın kağıdı kayb etmesi. Öyle unutkandı ki kendi eliyle koyduğunu kendi bulamıyordu.
Akşam alışverişten eve varır varmaz doğru banyoya geçmişlerdi. Aldıkları eşyalar kolidorda kümelenip duruyordu. Telefon çaldığında sanki şiddetli bir rüzgar Halideyle Sakineyi banyodan dışarı fırlattı.
- Alo?! Alo! Alo! Babamdır. Halide cabucak annesinin kulağına fısıldadı. Babacığım seni öpüyorum. Geçti! Acımıyor! Moskovadan korktu her halde.. Anne, senin dişağrını soruyor.
Alim kapıya yaslanıp sus-pus bakıyordu. Amcası onu isteye bilirdi.
- Para gidiyor duyuyormusun, Sakine kızına söylüyor ama Alime işittiroyordu. Şayet konşursa, laf ishaline tutulmasın.
- Yeter kızım! Yeter! Ahizeyi kızının elinden aldı.
- Evet, benim! Müzeye mi? Götürücek, sen dert etme! Hiç çıkar mıyız senin emrinden? Biz de şahların mücevherlerini görmek istiyoruz ama.
- Çarların, Alim tırnaklarını kemire kemire mırıldandı.
Sakine eli ile onayladı. Yani sen doğrusun, çarların.
- Yusufovun evine zamanımız yetmeye bilir. Şimdi ay sonu, büyük mağazalar yeni ürün kaynayacak. Lanet olsun, yine du-du-du.
Sakine halatının düğmeleye düğmeleye salona döndü.
- İşte bizim dillere destan Bakümüz.
- Lütfen şuraya oturun. Alim yumşak sandalyeyi amcasının karısına doğru çekti.
- Vallahi Moskovada yaşamayan hiç yaşamasın daha iyi. Ne arasan, burda var, hem de envaitürlüsü. Şeytan diyor evi değiş tokuş yap.
- Yap anne! Yap! Halide sevindi.
- Ama Bakünün de fazlalıkları var. Deniz yanı başınızda.
- Alimcim, önemli olan benim kursağım, bir de üstüm başım. Ne yapıcam denizi. Deniz senede iki bilemedin üç ay gerekir insana.
Sakine bacakları dinlensin diye önce birini sonra o birini kaldırıp boş sandalyenin üzerine koydu.
- Amcan seni sordu.
- Sağ olsun.
- Evde de adın dilinden düşmüyor.
Bu da son gece.
- Ay, kollarım! Ay, bacaklarım! Sakine tepeden tırnağa ter içinde kendini zar zor koridora attı.
Anne kız, kocaman kutuyu güç bela duvarın yanına yerleştirdiler.
- Bu şehir bizi gebertti ayol. Tövbeler olsun. Bir daha asla amcan yanımızda olmadan böyle ağır şeyler almam.
- Of, anne. Neden durmadan başıma takırdatıyorsun şunu? Sana kaç kere söyledim tabak takımı ağır olur diye. Neden ben suçlu oluyorum?
- Kendine ceyiz yığıyor. – Sakine Alimin kulağına fısıldadı. Sonra yüksek sesle sordu:
- Amcan aradı mı?
- Hayır, aramadı.
Bu şehir adamı öldürür. Başı yok, sonu yok. Otobüsten in metroya bin, metrodan in otobüse bin. Para da dayanmıyor.
Evet, Baküden gelen on dokuzuncu telefon araması. Deme Alim şu yirmi günde amcasından gelen aramaları sayıyormuş.
- Evet, yarın Bau-kubedeyiz, inşallah. Bagajımız bayağı fazla. Tabii, hepsini geçirmezler. Eşyasız yolcu arar bulurum ben, hall ederim. Alim, amcan seni istiyor.
- Alo…
- Alim, çocukları hava alanına kendin götür, tamam mı? Duydun mu beni?
- Selamun aleykumun amca!
- Söyle kırılgan eşyaları yanlarına alsınlar, ağırlığını sorun etmesinler. Yasaldır. Sorun yarata bilecek eşyaları bagaja verirsiniz. Ne dediğimi duydun mu? Kendi işlerinden uzunca bir mektup yazarsın bana. Sağlıcakla kal.
- Amca, söylediyiniz müze gelecek sefere kaldı. Yani…
Konuşma kesildi.
- Halide, gördün mü haftaların ömrü nasılda kısaymış. Baban hangi müzeyi söylemişti?
Halide içeri odadaydı. Aldıkları eşyaları toparlıyordu, duymadı.
- Halide, kız, -Sakine kızını çağırdı. Kulağı kızındaydı.
- Ne var?
- Getir o trençkotu kuzenin görsün, fiyatını söylesin.
Sakine kızının oralı olmadığını görüp ayağa kalktı. Alim fırsatı kaçırmadı. Mutfağa geçti. Olya yüzüne bile bakmıyordu. Alim önceden sözünü söylemişti “geberip gitsen de adetimizden çıkamam, yemek ütü gibi işlere parmağımın ucunu bile süremem.”
- Ne var yine yüzünden düşen bin parça?
- Neden hiç bana yardım etmedin?
- Hatırlarsan, bu konuyu önceden konuşmuştuk.
- Nolucaktı yardım etseydin?
- Ben karı işine elimi sürüp ailemin yüz karası olamam kadın!
- Alim, gel bir bak istersen. – salondan Sakinenin sesi işitildi.
Alim, kapıyı açıp salona geçti. Salonun havası temizdi. İnsan şunu mutfaktan çıkınca fark ediyordu.
- Olya oradan pencereyi açsana!
Dışarıda ağaçların tepesi sallanıyordu – Moskovaya da uğrarmış rüzgar.
Nazim Əhmədli /Kırımın sesi qazetesinin Azərbaycan təmsilcisi