ERMENİLER VE ERMENİLERİN ÇUKUROVA MEZALİMLERİ
ERMENİLER VE ERMENİLERİN ÇUKUROVA MEZALİMLERİ
İsmail CİNGÖZ
Türk-Ermeni ilişkileri; Selçuklu Türklerinin Kafkasya coğrafyasına doğru genişlemesi
ve ardından Sultanı Alpaslan’ın 1071 Malazgirt Zaferi ile Türklerin kadim Türk vatanı Anadolu
topraklarına tekrar dönmeleriyle başlamış ve günümüze kadar devam edegelmiştir.
Ancak gözden kaçırılmaması gereken husus Ermeniler olarak tanınan ve kendilerini
Ermeni etnisitesi olarak kabul eden halktan ziyade Ermeni ismi, Doğu Anadolu Bölgesinin
tarihsel gayri resmi adından gelmektedir; çünkü Pers Kralı I. Darius (M.Ö. 522-486) Doğu
Anadolu Bölgesini “Yukarı Dağlık Ülke” manasına “Ermeniye/Armenia” olarak tanımladığı[1]
çeşitli kaynaklarda geçmektedir.
Ermeni ırkının kökeni hakkında, Ermeni araştırmacılar da dahil olmak üzere tarihçiler
ve antropologlar arasında bir fikir birliği yoktur. Ermeniler kendilerine Nuh’un torunu Hayk
ismini vermekte ülkelerinin isminin de Hayasdan olduğunu iddia etmektedirler. Bu iddiayı ileri
sürenlere göre; Ağrı Dağı’na oturan Nuh’un gemisinden dolayı Ermenilerin ana yurdu Doğu
Anadolu bölgesidir. Bazı Ermeni tarihçilerde; Doğu Anadolu’da başkenti Tuşpa (Van ilinin
batısında bulunan antik kent) olan bir krallık kuran Urartular’ın, Ermenilerin ataları olduğunu,
isimlerini ise Urartu kralı Aramu’dan aldıklarını ileri sürmektedirler. İngiliz tarihçi Arnold
Joseph Toynbee ise; Ermenilerin isimlerini, Urartuların son kralı III. Rusas’ın babası
Erimena’dan ya da M.Ö. 10. yüzyılda Arabistan’ın kuzey bozkırlarından gelen Aramaen’lerin
memleketi anlamını taşıyan Arumu-ni’den almış olabileceklerini ifade etmiştir[2]. Ermenilerin,
Balkan kökenli ve Trak-Prig soyuna ait olduğunu söyleyen tarihçiler mevcut olduğu gibi
Ermeni tarihçilerden, Ermenilerin Kimmerler ile birlikte Kafkasya’dan veya Frigyalılarla birlikte
Balkanlar’dan Anadolu’ya gelmiş olabileceğini ileri sürenler de bulunmaktadır.
Trak göçleri sırasında Anadolu’ya geldikleri en kuvvetli veri olarak kabul edilen Balkan
kökenli halkın Urartu Devleti’nin yıkılmasının ardından Van Gölü havzasına yerleşerek Pers
Krallığı egemenliğine girdikleri bilinmektedir[3]. Tarihsel süreç incelendiğinde de Ermenilerin,
bölgenin “kadim Ermeni yurdu” olduğu iddiaları zayıf kalmaktadır. Kaldı ki Ermeniler de
kendilerini Ermeni olarak değil Haikh/Hai-Hay (Haiklar) olarak isimlendirdikleri de dikkate
alındığında ve bugün mevcut Ermenistan’a kendi halkının, bu kavramdan türeyen Hayastan
dediği görülecektir[4].
Fransa merkezli olarak özellikle 19. yüzyıldan itibaren başlatılan yoğun Ermeni
uygarlığı araştırmaları ile Ermeni tarihi Orta Anadolu -Kafkasya merkezli bölgede Urartu,
hatta Tevrat’a kadar götürülüyor olsa da[5] mevcut somut verileri bu tezleri desteklemediği
anlaşılmaktadır.
Zira M.Ö. 3. bin yılda da Haiklar’ın Doğu Anadolu’ya gelmelerinden yaklaşık 1600 yıl
önce Doğu Anadolu için Akkad çivi yazılarında bu bölgeye “Armanu” veya “Armenia” denildiği
görülmektedir ve o dönemde bu coğrafyada Ermenilerle hiçbir akrabalık bağı bulunmayan
Urartular yaşamaktadır. Hatta bu yazılı kaynaklar, Ermenilerden daha önceki yüzyıllarda bu
bölgede Türklerin varlığını göstermektedir. Dolayısı ile mevcut veriler ile bölgedeki Ermeni
tarihi M.Ö. 6. yüzyıldan önceye götürülemediği[6] ortaya çıkmaktadır. O da ancak o dönemde
“Armenia Bölgesinde oturanlar” anlamında “Ermeniler” ismi verilenlere kadar
gidilebilmektedir.
Pers İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından Ermeniler; Makedonya Kralı Büyük
İskender, Seleukos İmparatorluğu, Roma ve Bizans’ın egemenliği altında yaşamışlardır. Bu
arada Ermeniler ilk sürgün olayını da Bizans yönetimi altında bulundukları dönemde
bağımsızlık mücadelesi başlattıkları için yaşamışlar ve geçmişte Kilikya olarak adlandırılan
Torosların güney yamaçlarında yer alan Çukurova, Mersin, Alanya bölgesine iskân
edilmişlerdir.
- yüzyılın başlarında Doğu Roma İmparatorluğu vesayetinde Van’da Vaspuragan
ve Kars’ta Ani Ermeni krallıkları bulunuyordu[7]. Doğu Roma’nın, Ermeni krallıklarına verdiği
misyon, Bizans ile Asya’da bulunan Türk ve Müslüman devletler arasında tampon olmaktır.
Türkler ile Ermeniler arasında ciddi manada ilk münasebetler, Büyük Selçuklu Devleti
kurulmadan önce Çağrı Bey’in Anadolu’ya 1018-1021 yılları arasında düzenlediği keşif
amaçlı akınlar sırasında olmuştur. Çağrı Bey, küçük akıncı birlikleriyle Ermeni krallıklarının
silahlı kuvvetlerini yenmeyi başarmıştır[8].
Büyük Selçuklu Devleti (1040-1157) kurulduktan sonra Doğu Roma İmparatorluğu ile
yapılan savaşlarda bölgede Ermeni krallıklarının olmadığını görülmektedir. 11. yüzyılın
ortalarına doğru Bizans Devleti ile Ermeniler arasında evveliyatı olan mezhep ayrılıkları ve
siyasi uyuşmazlıklar zirveye çıkmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu, vesayetinde bulunan
Ermeni krallıklarını sonlandırarak, mezhep ayrılığı yaşadığı ve düşman gibi gördüğü
Ermenileri zorunlu göçe tabi tutmuştur[9].
Türklerin Anadolu içlerine ilerleyişleri sırasında Bizans Devleti’ne kızgın olan
Ermeniler, zaman zaman Türklere yardım etmişledir. Anadolu’da kurulan Selçuklu Devleti
döneminde Ermeniler, Doğu Anadolu’da ve Kafkaslarda dağınık kümeler halinde
yaşamışlardır[10]. Ermeniler, Moğol istilasına kadar Türklerle ilişkilerinde bir sorun
yaşamamışlardır. 1243’de Kösedağ Savaşı’nda Selçukluların Moğollara karşı ağır bir
mağlubiyet almasından sonra ve İran’da Moğollar tarafından kurulan İlhanlı Devleti
zamanında, Türklere karşı çıkarak Fırat havzasında ve Kilikya bölgesinde krallık kurma
mücadelesine girişmişlerdir. Ancak Anadolu’ya kitleler halinde gelen Türkmen boyları
demografik yapıyı Türkler lehine değiştirmişler ve Ermeni krallıklarının yaşamasına müsaade
etmemişlerdir[11].
Selçuklular döneminde geniş dini, sosyal ve ticari imtiyazlara sahip olan Ermeniler,
Osmanlı Devleti idaresinde ise bu imtiyazlara ek olarak önemli görevlere getirilmişlerdir.
1789 Fransız İhtilali ile başlayan milliyetçilik akımından en fazla etkilenen ülkelerden
birisi de Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Özellikle Avrupalı devletlerin teşvik, destek ve
kışkırtmalarıyla Gayr-i Müslim tabalar tarafından başlatılan ayaklanmalar, Balkanlardan
nerdeyse bütün İmparatorluk geneline sirayet etmiş ve birçoğu bağımsızlıklarını ilan
etmişlerdir. Bu isyanlarda on binlerce masum Müslüman Türk halkının vahşice katledildiği
hatırda tutulmalıdır.
Başlangıçta isyanlara katılmayan ve bu davranışlarıyla “Millet-i Sadıka” unvanını alan
ve çoğunluğu Gregoryan mezhebine bağlı olan Ermeniler; Fransa, Rusya, İngiltere ve
Amerika tarafından Anadolu’nun birçok bölgesinde açılan Katolik ve Protestan misyoner
okullarındaki görevlilerin tahrik ve telkinleri neticesinde devlet iradesine karşı harekete
geçmişler ve Anadolu’da art arda isyan başlatmışlardır.
1815 yılından itibaren Osmanlı topraklarına yerleşmeye başlayan misyonerlerin,
Osmanlı coğrafyasında kiliseler ve misyonerlik okulları ile çok hızlı bir şekilde
teşkilatlandıkları muhakkaktır. Zira 1914 yılına gelindiğinde Osmanlı coğrafyasında kiliseler
hariç; 465’i Amerika, 83’ü İngiltere, 72’si Fransa, 44’ü Rusya (Beyrut), 24’ü İtalya, 7’si
Almanya, 7’si Avusturya ve 3’ü de Yunanistan’a (İzmir) ait olmak üzere toplam 705 yabancı
okul olduğu görülmektedir[12].
Amerikan misyonerlerinin ilk hedefi Müslüman, Yahudi, Rum ve Ermeni toplumlarına
Hıristiyanlığın Protestan mezhebini kabul ettirmek olsa da Müslümanlar, Yahudiler ve Rumlar
konusunda başarısız olmuşlardır. Ancak Ermeniler içerisinden ciddi bir nüfusu
Protestanlaştırma ve ayrıca Evangelizm’in yayılmasında başarılı olunması faaliyetlerinde yer
alan Amerikan misyonerlerinin ABD Başkanı Wilson tarafından da beğenildiği, Ermenilerin
siyasi mücadelelerinin desteklendiği, ABD dış politikasının unsurları arasındaki yerini
aldığı[13] unutulmamalıdır.
Ermenilerin Osmanlı Devleti’ne karşı sadakatsizliği 1828-1829 Osmanlı-Rus
Savaşı’na kadar uzanmış olsada ciddi anlamda ihanetleri ve bağımsızlık girişimleri, 1877-
1878 Osmanlı Rus Savaşı’nda (93 Harbi) kendini göstermiştir. 1878’de kaybedilen savaştan
sonra Osmanlı Devleti’nin Ruslarla yaptığı Ayastefanos antlaşması ve devamında
İngiltere’nin girişimleri ve aldığı tavizlerle imzalanan Berlin Antlaşması ile Ermeni meselesi
uluslararası bir boyut kazanmıştır. Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi gereğince Osmanlı
Devleti Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde reform yapma güvencesi vermiştir. Berlin
Antlaşması’nda Ermenilerle ile ilgili imzalanan maddenin arka planında yatan maksat,
Ermenilerin yoğun olduğu altı vilayette (Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Elâzığ ve Sivas)
bağımsızlık hareketlerinin başlatılması ve Balkanlar’daki ulusların izlediği yöntemin Doğu
Anadolu’da da uygulanmasıdır. Bağımsız bir Ermenistan hedefinin gerçekleşmesi için nüfus
çoğunluğunu elde etmek gerektiği bilinci ile bölgede yaşayan Müslüman nüfusun azaltılması
için çareler düşünülmüştür. Bu amaçla ilk önceleri yurt içinde kurulan Ermeni komiteleri ve
kuruluşları, Ermeni vatandaşları kışkırtarak isyanlar çıkartmak ve terör eylemleri
gerçekleştirmek istemişlerdir. Bu komiteler ve dernekler Osmanlı vatandaşı Ermenileri
kışkırtmakta çok başarılı olamayınca, yabancı güçlerin desteğiyle Rus Ermenilerine yurt
dışında komiteler kurdurulmuştur. 1887’de Cenevre’de Hınçak, 1890’da Tiflis’te
Taşnaksütyun Komiteleri kurulmuştur[14].
Ermeniler, Berlin Antlaşması’nda kendilerine vaat edilen reformları yeterli görmeyerek
Komiteler vasıtasıyla yerel örgütlenmelere, silahlanmaya ve isyan hareketlerine
yönelmişlerdir. Bu bağlamda II. Abdülhamit döneminde çeteler kurmaya, cemaatlerini
kışkırtmaya, kurdukları dernekler ve siyasi teşekküllerde milliyetçilik fikirlerini Ermenilere
aşılamaya başlamışlardır. Başlangıçta Bulgaristan gibi özerk yönetim hedefiyle mücadele
yürüten Ermeniler, destek aldıkları ülkeler vasıtasıyla kurdukları komitalarla 1880’lerin
sonuna doğru teşkilatlanmalarını tamamlamışlar ve; Erzurum İsyanı (1890), Kumkapı
gösterisi (1890), Sason İsyanı (1894 ve 1904), Babıali Gösterisi (1895), Zeytun İsyanı
(1895), Van İsyanı (1896), Osmanlı Bankası’nın basılması (1896), Yıldız Suikastı (1905) ve
Adana İsyanı (1909) başta olmak üzere[15] bir çok bölgede ardı ardına isyan ve silahlı
eylemlere başlamışlardır.
İlerleyen zamanda 26 Şubat 1919’da Paris Barış Konferansı’na katılan Ermeni
Heyetinin Başkanı Bogos Nubar ve Ermenistan Cumhuriyeti Başkanı Avadis Aharunyan’ın
Konferansta Ermeni isteklerinin; Kafkasya’dan Akdeniz’e kadar uzanan ve Anadolu’nun
hemen hemen yarısını kapsayacak şekilde; Van, Bitlis, Diyarbakır, Harput, Sivas, Erzurum
ve Trabzon, Maraş, Kozan, Cebel-i Bereket ve İskenderun limanıyla birlikte Adana’dan
oluşan Büyük Ermenistan’ın kurulması fikri[16] olduğunu beyanları ile Ermenilerin nihai
hedefin ne olduğunu göstermektedir.
Dolayısı ile özellikle 1878 Berlin Antlaşması’ndan sonra Ermeniler arasında; 200-300
kişilik fedai grubu komita grupları ile örgütlenmeler, silahlanma çalışmaları, üniformalar
giyilerek açıktan silah eğitimleri, kiliselerin silah depolarına dönüştürülmesi, evlerin yer
altından tünellerle birbirine bağlanması ve istihkam kazma gibi birçok organize faaliyetlere
giriştikleri görülmektedir.
Osmanlı Devleti’nin aldığı adli ve askeri birçok tedbirler ile çıkan olaylara müdahalesi
Ermenilerin hedeflerine engel olsa da 23 Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet kararları
ile oluşan “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” ortamındaki yasal zeminden istifade eden Ermeniler;
Sosyal Demokrat Hınçak Partisi, Anayasal Ramgavar Partisi ve Veragazmyal Hınçak Partisi
gibi siyasal yapılanmalara başlamışlardır. Kısa bir süre sonra 13 Nisan 1909 tarihinde
yaşanan ve tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen olaydan bir gün sonra 14 Nisan 1909’da
Ermeniler Adana’da ayaklanma başlatmıştır.
Tarihi gerçeklerle uyuşmayan Ermeni tezlerine göre eski tarihte hakimiyetleri altında
olduğu iddialarıyla Kilikya’da Küçük Ermenistan’ı kurmak amacıyla çalışan Ermeniler ile
Adana Ermeni Murahhası Muşeg Efendi’nin dolaştığı köylerdeki kışkırtmaları ve silahlanan
komitacıların Müslüman halka yönelik taciz ve cinayetler başlamıştır. Silahlı Ermenilere karşı
koyabilmek amacıyla Müslüman halk da silahlanmak durumunda kalmıştır.
Bu arada Müslüman bir din adamının işkencelerle öldürülmesi ve kendi kanı ile
bedenine haç çizilmesi üzerine galeyana gelen Müslüman halk Ermeni mahallelerini
basmaya başlamasıyla patlayan ve 14-27 Nisan 1909 tarihlerinde yaşanan olaylara
müdahale eden jandarma ve polisin üzerine de evlerden ateş edilmiş ve çok sayıda şehit
verilmiş, çok sayıda Türk ve Ermeni hayatını kaybetmiştir. Bu olaylar yaşanırken Fransız,
İngiliz ve Amerikan zırhlıları İskenderun ve Mersin önlerinde Ermenilere moral desteği
amacıyla gösteriler yapmış, Ermenilerin bir kısmının ise Adana-Tarsus ve Mersin tren yolunu
kullanarak Mersin Limanında bekleyen İngiliz, Alman, Fransız, Avusturya ve İtalyan
gemilerine sığındıkları[17] görülmüştür.
Adana’da başlayan olaylar üzerine Cemal Paşa, 14 Nisan 1909’da Vali ve Kuvve-İ
Mürettebe Kumandanı olarak Adana’ya görevlendirilmiştir. Olayların bastırılmasına müteakip,
Türk ve Ermeni toplumu arasındaki sorunları çözmeye çalışan Cemal Paşa, Ermeni çocukları
için yetimhane yaptırıp, imar ve iskân faaliyetleri yaparken bir taraftan da Divan-ı Harp
Mahkemesi kurmuş, yaşanan olaylarda suçlu olduğuna hükmedilen 47 Türk’ü idam
ettirmiştir. Ermenilerden ise yalnızca 1 kişiyi idam ettirmiş[18], olayların yatışmasına
mütakiben İstanbul’a dönmüştür.
Ancak 25 Mayıs 1909’da Ermeniler tekrar isyan etmiş ve Adana şehri tamamen
yanmış, binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Birinci Dünya Savaşı’na kadar Balkanlar dahil
Osmanlı Devleti’nin birçok yerinde zaman zaman isyan girişimleri devam eden Ermeniler,
Savaş döneminde de boş durmamışlardır. Cephe gerisinde Türk/Müslüman halka vahşetin
her türlüsünü tatbik eden Ermeniler, bir taraftan da düşman orduları adına casusluk
faaliyetleri yapmışlardır.
İngiliz tarihçi Toynbee’nin, Osmanlı tebaası Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı’nda
Rusların “beşinci kolu” haline geldiğini yazmaktadır. Bu arada Ermenilerin, Osmanlı
Devleti’nin seferberlik ilan ettiği Ağustos 1914 ile Rus devriminin başladığı Şubat 1917’ye
kadar 124.000 Müslümanı katlettiği görülmektedir ki ilerleyen yıllardaki katliamları
unutulmamalıdır. Zira Osmanlı Devleti’nin bütün tedbirlerine rağmen Bitlis, Kayseri, Maraş,
Zeytun, Adana, Haçin (Saimbeyli), Sis (Kozan), Kars ve Ardahan başta olmak üzere birçok
bölgede ayaklanan Ermeniler[19], binlerce masum Türk Müslüman halka soykırım
uygulamıştır.
30 Ekim 1919 Mondros Mütarekesi ile Anadolu’nun işgal edilme sürecinde bu defa;
işgal kuvvetleri içerisinde gerek asker olarak gerekse nüfusu arttırma amacıyla akın akın
Ermeni’nin Anadolu’ya geldiği görülmektedir. Bu bölgelerden birisi de Adana olmuştur.
Mütareke kapsamında 17 Aralık 1918 günü Mersin’e asker çıkartan İngilizler kısa
sürede bütün Çukurova’yı ele geçirmiştir. 1 Ocak 1919’dan sonrasında İngilizler yerlerini
Fransızlara bırakmıştır.
Fransızlar, Çukurova’da bir Ermeni devlet kurma vaadi ile Adanalı olmayan on
binlerce Ermeni’yi de akın akın bölgeye getirmiş ve silahlandırmıştır. Silahlanan Ermeniler,
Türk halkına karşı giriştikleri katliam hareketiyle hayal ettikleri devleti kurabilmek için
demografik yapıyı lehlerine dönüştürme hedefi ile Türkleri bölgeden kaçmaya
zorlamışlardır[20].
Kafkas dağlarından gelen haydut Şişmanyan isimli bir Ermeni, kilisede sözde bir
hükumet tesis etmiş ve her gün sokaklardan topladıkları Türklere akıldışı bin bir türlü
engizisyon cezaları verdiği, idama gönderdiği bilinmektedir. Ayrıca Fransız işgal kuvveti
adına Adana Valisi Bermond ve Adana 1. Fransız Tümen Komutanı General Dufieux da
cellatları vasıtasıyla Türklere yaptırdıkları zulümlerle şehir kan deryasına dönmüştür. Bu
arada Fransızların getirdiği ve yerli Ermenilerin çeşitli adlar altında örgütlendikleri
görülmektedir. Bu cemiyetler vasıtasıyla Türklere karşı örgütlü olarak her türlü saldırı,
sabotaj, cinayet ve tecavüz eylemlerini gerçekleştiren Ermeniler, Fransızların desteği ile
Türklere en kanlı ve korkunç saldırılarını ise 10 Temmuz 1920 günü başlamışlardır[21].
Günlerce süren ve Çukurova tarihinde “KAÇ-KAÇ OLAYI” olarak bilinen bu dönemde on
binlerce Türk; canını ve namusunu kurtarabilmek için evini, köyünü, şehrini terk etmek
zorunda kalmıştır.
KAÇ-KAÇ olayı Adana ile sınırlı kalmamış; Mersin, Tarsus, Ceyhan, Kozan, Kadirli,
Osmaniye ve Dörtyol başta olmak üzere bütün bölgede yaşanmış; Temmuz sıcağı altına
Çukurova adeta bir mezbahaya dönüşmüş, gözün görebildiği bütün ova kaçmaya çalışan
insanlardan dolayı bir toz bulutu altında kalmıştır. Her bölge cesetler, yaralılar, tecavüze
uğramış kadınlar-kızlar, kaybolan çocuklar, çocuğunu arayan anneler, birbirini arayan eşler,
kardeşler ve arkalarında bunları kovalayan, ateş eden, yakaladığını katleden, tecavüz eden
Ermeni sürüsü olduğu halde tam bir keşmekeş durum yaşanmıştır. KAÇ-KAÇ olayındaki
dehşeti anlatabilmek için kelimelerin aciz kaldığı hatırda tutulmalıdır.
Ancak 20 Ekim 1921 günü TBMM Hükumeti ile Fransızlar arasında imzalanan Ankara
Antlaşması Ermeniler için büyük bir şok, bir hayal kırıklığı olmuştur; çünkü Çukurova’da
devlet sözü veren Fransızların çekilmeye başlaması ile bu defa Ermeniler yıllardır
yaptıklarının karşılıksız kalmayacağı korkusu ile canhıraş kaçmışlardır.
Sonuç olarak;
Anadolu’nun kadim milleti olduğu tezinden hareket edilerek yazılan Ermeni tarihi,
somut veriler tarafından desteklenmediği, Ermeni adının bir milletten ziyade bölgesel bir
tanım için kullanıldığı ve kendilerini Ermeni olarak tanımlayan halkın Balkan kökenli olduğu
görülmektedir. Kaynaklar Anadolu’daki Türk tarihinin Ermeni iddialarından çok daha eski
olduğu vermektedir.
Son 1.000 yılın yaklaşık 900 yılını Türk Milletinin yönetimi altında huzurla yaşayan
Ermeniler incelendiğinde, yaratılış itibariyle güçlü olanın yanında yer aldıkları görülmektedir
ve yine iddia ettikleri gibi son yüzyıla kadar tam bağımsız bir devletleri olmamıştır.
Ancak Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ile İmparatorluk içerisinde yer alan etnik
gruplar arasında başlayan ayrılıkçı girişimlerde Ermeniler gerek Batı ülkeleri gerekse Rusya
ve İran tarafından özellikle Kafkaslar bölgesine yönlendirilerek Anadolu Türkleri ile Türkistan
arasında adeta bir set vazifesi ile yerleştirildikleri ve bu coğrafyada bağımsız bir devlet
kurdurulmuş olduğu muhakkaktır.
Ermenilerin yalnızca Anadolu ve Kafkasya sahasında değil, Balkanlar coğrafyasında
da ayrılıkçı etnik gruplar içerisinde yer alarak Türklere karşı savaşmış ve o bölgelerde
Türklere uygulanan vahşete ortak oldukları tarihi belgelerle sabittir.
Ermenilerin ne masum Türk Milletine ve Müslüman halka uyguladıkları dehşet verici
mezalimler ve destek gördükleri ülkeler de biliyorlar ki Osmanlı Devleti bir mecburiyet
karşısında Tehcir Kanunu çıkartmak ve uygulamak zorunda kalmıştır. Lakin başta Ermenileri
destekleyen, kışkırtan ve silahlandırarak Türk ve Müslüman halka soykırım uygulatan ülkeler
de Ermeniler de biliyorlar ki sözde Ermeni soykırımı iddiaları asılsız ve yalanlar üzerine bina
edilmiştir. Zira Ermenistan’ın ilk Başbakanı Hovhannes Kaçaznuni bizzat itiraf etmiştir. İngiliz
Kraliyet Başsavcılığı’nın, Amerika’nın, Batı’nın emperyalist devletlerinin ve dahi bizzat
Ermenistan arşivlerinin Türklerin Ermenilere soykırım uygulamadığı, hatta esasında
soykırıma Türklerin maruz kaldığı görülmektedir.
Bu arada Osmanlı Devleti tehcir kararını uygulamaya almak zorunda kaldığı süreçte
fiilen savaşta olmasına rağmen tehcir edilen Ermenilerin varacakları yere kadar; güvenlik,
iaşe, barınma, hastalıklara karşı aşılanma ve iskân edildikleri yerde arazi tahsisi gibi birçok
tedbirleri almaya çalıştığı da unutulmamalıdır. Bu tedbirler bile maksadın bir soykırım
olmadığını göstermesi açısından önemlidir.
Son söz olarak;
Ermeniler tarafından Türklere uygulanan soykırım sahalarından birisi de Adana
özelinde bütün Çukurova olduğu muhakkaktır. Cezayir ve Ruanda soykırımcısı Fransızların
desteği ile Adana ve Çukurova başta olmak üzere Anadolu, Kafkaslar ve Azerbaycan
sahalarında Ermeniler tarafından katledilerek soykırım uygulanan Türkler konusu
unutulmamalı, unutturulmamalı, her Türk sözde soykırım konusunda bilgi sahibi olarak yeri
geldiğinde bu konuda konuşabilmeli, gerçek mağdurun Türkler olduğunu savunabilmelidir.
Ermenilerin yaptığı gibi kin gütmeden ama zihinlerde diri tutulması ve gelecek
nesillere aktarılması için her türlü materyal kullanılarak literatürde yer alması sağlanmalıdır;
çünkü Ermeniler, yalan üzerine bina ettikleri sözde soykırım iddialarını bir devlet politikası
olarak devam ettirmekte, nesilden nesile aktarmaktadırlar.
:
İsmail CİNGÖZ; Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı/M.A. – BULTÜRK Ankara Temsilcisi. [email protected]
[1] Aynur ÇINAR ve Emir ÇINAR; “Tanıkların İfadeleri Işığında Bitlis-Ahlat’ta Ermeni Faaliyetleri”, I. Uluslararası 20. Yüzyılın
İlk Yarısında Türk-Ermeni İlişkileri Sempozyumu, 16-18 Ekim 2019, Iğdır Üniversitesi, Bildiriler, ss. 154-205.
[2] Bülent BAKAR; “Ermeni Tehciri” Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2013, s.1.
[3] Ekrem MEMİŞ; “Ermenilerin Kökeni ve Geçmişten Günümüze Türk-Ermeni İlişkileri”, Afyon Kocatepe Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyal Bilimler Dergisi, S. 7/1, 2005.
[4] Aynur ÇINAR ve Emir ÇINAR; a.g.m.
[5 Yücel AKTAR; “Enver ve Cemal Paşalarla Osmanlı Valileri, İmzalı Belgeler, Soykırım Tezlerini Çürütüyor”, Yeni Türkiye,
S. 60, 2014.
[6] Ekrem MEMİŞ; a.g.m.
[7] Nurettin BİROL, “1890-1900 Ermeni Ayaklanmalarının Erzincan’a Yansımaları ve İlk Ermeni İsyanları”, Erzincan
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, X-I: 21-34, 2017 s.22.
[8] Osman TURAN, “Selçuklular Zamanında Türkiye”, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1971, s. 14-15.
[9] Ahmet TOKSOY, “1018-1071 Yılları Arasında Selçuklu Bizans İlişkileri ve Ermeniler” Yeni Türkiye Yayınları, Sayı:60, C.
I, Ermeni Meselesi Özel Sayısı, Ankara 2014, s.268-271.
[10] Ergün Öz AKÇORA-Mehmet KAYA; “Ermeni Komitelerinin Anadolu’da Çıkardıkları İsyanlar (1878-1905)” Yeni Türkiye
Yayınları, S.60, C.III, Ermeni Meselesi Özel Sayısı, Ankara, 2014, s.1889.
[11] Osman TURAN, a.g.e., s.450-548.
[12] Gürbüz MIZRAK; “Ermeni İddialarının Dayandırıldığı Yayınların Değerlendirilmesi”, I. Uluslararası 20. Yüzyılın İlk
Yarısında Türk-Ermeni İlişkileri Sempozyumu, 16-18 Ekim 2019, Iğdır Üniversitesi, Bildiriler, ss. 292-321.
[13] Gürbüz MIZRAK; a.g.m.
[14] Bülent Bakar, “Ermeni Tehciri”, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2013, s.33-34.
[15] Ali KAŞIYUĞUN; “I.Dünya Savaşı’nda Ermeniler ve General Antranik’in İfadeleri”, I. Uluslararası 20. Yüzyılın İlk
Yarısında Türk-Ermeni İlişkileri Sempozyumu, 16-18 Ekim 2019, Iğdır Üniversitesi, Bildiriler, ss.91-104,
[16] Abdullah Cüneyt KÜSMEZ; “Milli Mücadele Döneminde TBMM Hükûmeti’nin Kafkasya’daki Askeri Stratejisinin
Ermenistan’a Yönelik Uygulamaları”, I. Uluslararası 20. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Ermeni İlişkileri Sempozyumu, 16-18 Ekim
2019, Iğdır Üniversitesi, Bildiriler, ss. 1-29.
[17] Abdullah Sami TEKİN; “1909 Adana Ermeni Olayları Sonrası Tanin Gazetesi Yazarı Ahmed Şerif Bey’in Adana ve
Haçin Ziyaretinin Amerikan Misyoner Teşkilatı Gazetesine Yansıması”, I. Uluslararası 20. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-
Ermeni İlişkileri Sempozyumu, 16-18 Ekim 2019, Iğdır Üniversitesi, Bildiriler, ss. 30-38.
[18] Alaattin UCA; “XX. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlı Devlet Adamları Sait Halim Paşa-Talat Paşa-Cemal Paşa ve
Bahattin Şakir ile Cemal Azmi Beyler Ermeniler Tarafından Niçin Şehit Edildiler?”, I. Uluslararası 20. Yüzyılın İlk Yarısında
Türk-Ermeni İlişkileri Sempozyumu, 16-18 Ekim 2019, Iğdır Üniversitesi, Bildiriler, ss. 39-90.
[19] Hüseyin ALPASLAN; “Tehcire Giden Süreç”, Medya Vatan, 31.03.2022.
[20] Halit BAŞ; “Ermeni Fırıldakları Adlı Tiyatro Oyunu Örneğinde Türk Tiyatrosunda Adana Ermeni Olayları”, I.
Uluslararası 20. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Ermeni İlişkileri Sempozyumu, 16-18 Ekim 2019, Iğdır Üniversitesi, Bildiriler, ss.
382-402.
[21] Ali MERALCAN; “Adana’nın Fransızlar Tarafından İşgalinde Ermenilerin Adana Halkına Yaşattıkları
10 Temmuz 1920 ‘Adana’nın Kara Günü’ ‘Kaç-Kaç’ Olayının Acı, Hazin ve Gerçek Öyküsü”, Yeni Adana,
7.07.2015.