AFRİKA TÜRKLERİNİN TARİHİ KÖKLERİNE BAKIŞ
AFRİKA TÜRKLERİNİN TARİHİ KÖKLERİNE BAKIŞ
Afrika Türkleri ikiye ayrılır:
1)AFRİKA’DA YAŞAYAN TÜRKLER
Afrika kıtası, tarih boyunca birçok farklı etnik ve kültürel grubun etkileşimde bulunduğu geniş bir coğrafyadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Afrika’ya uzanan etkisi ve günümüzde Türkiye ile kıta ülkeleri arasındaki ilişkiler, Afrika’da Türk topluluklarının oluşumuna katkıda bulunmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu, 16. yüzyıldan itibaren Kuzey Afrika’ya yayılmış ve bölgedeki Arap-Berberi halklarla güçlü siyasi ve kültürel bağlar kurmuştur. Bugün Libya, Tunus, Cezayir ve Mısır gibi ülkelerde Osmanlı’dan kalan izler belirgin şekilde görülmektedir. Bu bölgelerde Osmanlı askeri ve bürokratları yerleşmiş, bazıları yerel halkla kaynaşarak yerleşik topluluklar oluşturmuştur.
Özellikle Kuloğulları olarak bilinen topluluk, Osmanlı askerleri ile yerli kadınların evliliklerinden doğan nesillerdir. Cezayir ve Tunus’ta hâlâ Osmanlı kökenli birçok aile bulunmaktadır. Osmanlı döneminde Trablusgarp ve Sudan gibi bölgelerde görev yapmış Osmanlı paşaları ve memurları, geride Türk kimliğini taşıyan izler bırakmıştır.
Son yıllarda Türkiye’nin Afrika kıtasına yönelik siyasi ve ekonomik ilgisi artmıştır. Türkiye’nin Afrika’daki büyükelçilikleri, TİKA’nın kalkınma projeleri ve Türk okulları, Afrika’daki Türk topluluklarıyla bağları güçlendirmektedir. Osmanlı mirasını yaşatan topluluklar, Türkiye ile kültürel ve ekonomik ilişkilerini sürdüren önemli bağlar kurmaktadır.
Bugün Afrika kıtasında farklı bölgelerde Türk toplulukları bulunmaktadır:
LİBYA TÜRKLERİ
Osmanlı’dan miras kalan en büyük Türk topluluklarından biri Libya’dadır. Osmanlı döneminde gelen Türk askerleri ve idareciler burada yerleşmiş, yerel halkla kaynaşmıştır. Libya’daki bazı Türk aileleri, hâlâ Osmanlıca kelimeler içeren bir ağız kullanmaktadır. Zamanla Libya nüfusuna neredeyse tamamen asimile oldukları için, günümüzde Libya’daki varlıklarını /nüfuslarını ölçmek neredeyse imkansızdır. Esas olarak Misrata ve Trablus şehirlerinin nüfuslarının küçük bir bölümünü oluştururlar. Ve Bugün Libya’da kendilerini Kuloğlu olarak tanımlayan 13 büyük aşiret bulunmaktadır ve Türk soylu nüfus bir milyonu aşmaktadır. Kaddafi döneminde çeşitli zorluklarla karşılaşan Kuloğulları 2011’de Libya İç Savaşı patlak verdiğinde, Mısrata en şiddetli direnişin yaşandığı kentlerden birisi olmuş ve Kuloğlu aşiretleri bu savaşta belirgin bir şekilde yer almıştır. 2014’te New York Times’a eski bir Kaddafi subayı tarafından yapılan açıklamalara göre Libya İç Savaşı, Arap aşiretler ile Kuloğulları, Berberiler ve Çerkezler arasındaki bir etnik mücadeleye dönüşmüştür. Politik analist Sarah Rashad’a göre Ankara, Arap Baharı’nın başından beri Kaddafi’yi yerinden ederek Libya’yı kontrol edebilmek için Kuloğullarının harekete geçmesini sağlamıştır. 2014’ten beri yaşanan iç savaşta Merkezi Hükümetin yanında yer alan Kuloğlu Türkleri bu sebeple ülkenin doğusundaki Bingazi gibi kentlerden göç etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra Türkler, yeni kurulan modern devletlerden Libya’ya göç etmeye devam ettiler. Ancak, yaygın inanışın aksine, söz konusu göçmenlerin büyük çoğunluğu, etnik kökenleri nedeniyle değil, dinleri nedeniyle bazı Hristiyan Yunanlılar tarafından sıklıkla Türk olarak anılan Giritli Müslüman Rumlardır.
Trablusgarp’ın 1553’te Turgut Reis tarafından fethedilmesiyle Trablusgarp Beylerbeyliği kuruldu ve Osmanlılar Libya’ya yerleşmeye başladılar.
Bölgede önceleri beylerbeylerin hakim olduğu bir yönetim var iken merkezi yönetimin zayıflaması ve tayin edilen beylerbeylerin iki üç yılda bir değişmesi yüzünden yerel sorunlara çözümler bulunamamaktaydı. Bu sebepten ötürü eyaletteki ocaklıların temsilcisi olan dayılar ile merkezi yönetimin temsilcisi olan beylerbeyleri arasında gerilimler yaşanmaya başladı. 1711’de soyu Karamanoğulları’na dayanan bir yeniçeri olan Karamanlı Ahmed Paşa’nın Trablusgarp Beylerbeyini öldürerek yönetime el koyması ve ardından devrin padişahı III. Ahmed’in de onu beylerbeyi unvanıyla Trablusgarp eyaletinin valisi olarak tanımasıyla bu ikilik giderilmiş oldu. İstanbul’dan beylerbeyi gönderme uygulamasının sona ermesiyle dayılık babadan oğula geçmesi geleneği başlamış oldu.
Trablus Sancağı’na bağlı halkının tamamına yakınının Kuloğullarından oluştuğu kazalar ve nahiyeler Kuloğlu Başağalığı kazası adı altında tek bir idari yapı altında toplanmış ve bütün görevlere kendi aralarından seçilen kimseler tayin edilmiştir. Kuloğullarının Trablusgarp eyaletindeki idaresi ise hükümet tarafından tayin edilen bir başağaya verilerek temsiliyetleri sağlanmaktaydı. Burada adeta hükümet içinde bir hükümet konumunda idiler. Bu etkinlikleriyle Trablusgarp Eyaleti’ndeki Kuloğulları Garp Ocaklarındaki diğer iki eyaletteki kardeş topluluklarından farklılaşmaktaydılar.
Karamanoğulları soyundan gelen hanedan 1711 yılından 1835 yılına dek Osmanlı adına Libya’yı yönetmiştir. Daha sonra II. Mahmud döneminde yeniden tesis edilen merkezi idare 1911’de başlayan savaşa kadar devam edecekti.
29 Eylül 1911’de İtalyanların başlattığı Trablusgarp savaşı, arkasından gelecek 11 yıllık felaketlerin tetikçisi olacak, o gün atılan ok, Osmanlı Devleti’nin Afrika’daki son toprağı Libya’yı vücudundan koparmakla kalmayacak, Balkanları, Ege Adalarını, Arabistan yarımadasını işgalle yetinmeyerek devletin merkezi olan İstanbul’un kalbine bir mızrak gibi saplanacaktı. Demek ki, topraklarımızın Sultan II. Abdülhamid devrildikten sonraki hızlı parçalanışı, bugün Libya’nın bir parçası olan Trablusgarb’ın kaybıyla başlamıştır diyebiliriz.
Osmanlı Devleti temsilcileri 18 Ekim 1912 tarihli Uşi (Ouchy) Antlaşması’nı eli varmaya varmaya imzalamış olsa da, devlet Libya’nın elini de hemen bırakmamış, önce Enver, Kuşçubaşı Eşref, Mustafa Kemal, Fethi (Okyar), İbrahim Süreyya (Yiğit) ve Deli Halid Bey gibi gönüllü subayların katılımıyla iç bölgelerde İtalyanlarla mücadeleye devam etmiş, Balkan Savaşı patlak verince mücadeleye bir süre ara verilmişse de, bir Osmanlı Şehzadesini, bir ara Fenerbahçe’nin başkanlığını da yapacak olan Osman Fuad Efendi’yi muhtemelen iç bölgelerde kurulması tasarlanan bir “Libya” devletinin, hatta Afrika’da kurulacak bağımsız bir Türk-Arap devletinin veya Enver Paşa’nın deyimiyle, burada kurulacak “küçük bir bağımsız devlet”in başına geçirmek ümidiyle Trablusgarb’daki birliklere komutan olarak gönderecektir. Osman Fuad Efendi Mondros Mütarekenamesi’nin imzalanması üzerine deniz yoluyla geri dönecek, böylece Libya toprakları İtalyanlara tamamen ancak Mondros’la birlikte 1918’de terk edilecektir.
Ne var ki, İstiklal Savaşı yıllarında bir Libyalıyı, Şeyh Sunusî’yi Mustafa Kemal Paşa’nın yanı başında görmemiz sürpriz sayılmamalıdır. Hatta Şeyh Sunusî, Temmuz 1918’de son Osmanlı padişahı Vahdettin’e Hz. Ömer’in kılıcını kuşatarak bir ilke de imzasını atmıştır. Sivas Kongresi günlerinde Sivas’ta bir İslam Kongresi düzenleneceği ve başkanlığını Şeyh Sunusî’nin yapacağı haberini zamanın gazetelerinde okumak mümkündü. Sunusî bir İslam kahramanıydı ve şimdi İslam’ın bu son kalesini ve Hilafet ve Saltanatı esaretten kurtarmak üzere yola çıktığını ilan eden Milli Mücadele’ye var gücüyle destek veriyordu. Ancak savaştan sonra beklentilerinin boşa çıktığını düşünecekti. Zira İslam dünyasını kurtaracak bir savaş olduğunu düşünerek destek verdiği İstiklal Savaşı’nı kazananlar, diğer coğrafyalardan ziyade Anadolu’ya odaklanarak içe kapanacaklar ve üniter ve laik devlet yanlısı olduklarını ilan edeceklerdi.
Lozan Antlaşması’nın 22. maddesiyle Libya kendi kaderiyle başbaşa kalmış, “her ne nitelikte olursa olsun Trablusgarb üzerinde sahip olduğu”muz bütün hukuk ve imtiyazların üzerine gidilmemiştir. Biraz tuhaf gelse de, demek ki 1923’de hala Libya üzerinde bazı haklarımız, ayrıcalıklarımız ve ağırlığımız varmış ve biz bunlardan ‘‘öncelik Anadolu’’ diyerek feragat etmişiz!
İşte Lozan Antlaşması’nın 22. maddesi:
‘‘ Madde — 22. Türkiye, yirmi yedinci maddenin ahkâmı umumiyesine halel gelmemek şartiyle 18 teşrinievvel 1912 tarihli Lozan Muahedenamesi ve ana müteallik senedat mucibince her ne mahiyette olursa olsun Trablusgarp, Libya üzerinde haiz olmuş olduğu kâffei hukuk ve imtiyazatm ilgayı katisini tanıdığını beyan eder. ‘’
Bu arada Libyalıların son kahramanı Ömer Muhtar’ın Mustafa Kemal Paşa’ya yardım etmesi için gönderdiği imdat mektubunu adresine ulaşmadan İtalyanların ele geçirdiklerini de belirtelim.
Şeyh Sunusî Milli Mücadele’de
Gel zaman git zaman, İtalyanların 1942’de boşalttıkları Libya’da İngilizler askeri bir yönetim kurmuştur. 2. Dünya Savaşı’nda Şeyh Sunusî’nin yeğen veya kuzeni İdris, İttifak Devletlerine yardım etmiş, onlar da kendisine Libya’nın bağımsızlığını vaat etmişlerdi. Birleşmiş Milletler Libya’nın bağımsızlığına 1949 Aralık’ında karar verdi ve İdris, 1951 Aralık’ında bağımsız Libya’nın başına Kral olarak resmen geçmiş oldu. Ancak bu arada ilginç bir gelişme yaşanmış ve Kral İdris, yeni devletini kurarken bu toprakların eski sahibi Türkiye’den bir kaymakama sürpriz yaparak Başbakanlık teklifinde bulunmuştu. Gerekçe olarak da diyordu ki Kral:
“Siz Türkiye’de Avrupalılar karşısında ezilmemeye, hatta onlara boyun eğdirmeye alışmışsınızdır. Oysa Arapların hepsi esirliği yaşadı, başkaldırmayı, direnmeyi bilemiyorlar.”
Hatta Kral İdris’in Türkiye ile federal bir birlik kurma tasavvurları dahi vardı ama arkası gelmedi. Böylece kendisi Libya’da ilginç bir Osmanlı yöntemi olarak yerli kızlarla evlenip oraya yerleşen melez ailelerden Kuloğulları’na mensup olsa da, Türkiye’ye gelip yerleşmiş olan Sadullah Koloğlu (tarihçi Orhan Koloğlu’nun babası) yıllar sonra başına yeniden fes giyerek Bingazi’ye gitmiş ve üç yıl süreyle Libya Devleti’nin Başbakanı olarak görev yapmıştır.
“Arap kaymakam”
Eski Hakkari kaymakamı Sadullah Koloğlu Bey (halk kendisine “Arap Kaymakam” dermiş) Libya’ya Başbakan yapılmakla kalmamış, aynı zamanda Adnan Menderes döneminde Libya’nın ayakta durabilmesi için çeşitli yardımlar da yapılmıştır. Gerçi mali yardımı eşit olarak ABD, İngiltere ve Fransa yapmaktaydı ama Türkiye de boş durmuyor ve BM’de kurulmasını sonuna kadar desteklediği çiçeği burnundaki Libya devletine askeri yardımın yanı sıra çeşitli uzmanlar da gönderiyordu. 1954 ila 1958 yıllarında 21’i yüksek okul, 8’i üniversite, 26’sı ilahiyat ve 8’i de askeri (4’ü deniz, 4’ü de hava kuvvetleri) okullarda olmak üzere 63 Libyalı öğrenciye Türkiye’de eğitim yapma imkânı sağlamış olup bunlar daha sonra Libya hükümetinde bakan, hatta Başbakan olarak görev yapacaklardır. Ayrıca 1954 Aralık’ında Türkiye’den gönderilen toplar törenle Libyalı yetkililere teslim edilmiştir. Bu arada Ümran Yetişal adlı bir generalimizin Libya ordusunun organizasyonunda görev aldığını belirtelim.
Keza Başbakan Adnan Menderes 1957’de, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ise 1958’de Libya’ya ziyaretlerde bulunmuş ve Turgut Reis’in Trablusgarb’daki türbesini tazimle ziyaret etmişlerdi. Sonraki yıllarda 5. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın da aynı türbeyi ziyaret ettiğini biliyoruz.
Yine Kıbrıs Barış Harekâtında ‘Savaş uçaklarınızın benzini benden’ diyerek destek veren de, Amerikan ambargosunu sayesinde deldiğimiz devlet başkanı da oydu. Ayrıca Türk inşaat şirketlerinin dışa açılmasında da Libya’nın bir nevi staj yeri vazifesi gördüğünü unutmayalım. Başbakan Abdusselam Callud da 70’li yıllarda Türkiye’de fevkalade popüler bir isimdi ve 1975’teki Türkiye ziyareti çok kritik bir anda nefes almamıza yaramıştı.
Liderler gelip geçer ama bizim Libya halkı ile dostluğumuz bakidir. Nitekim 1991 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide, bir zamanların Libya Dışişleri Bakanı Abdusselam Buseyri (ki Hatay’ın Türkiye’ye katılması için Ankara’nın Arapça yayın yapan radyosunda (adı İzâ’at el-‘Arabiyye idi) çalışmıştı, yani Türkiye’den Libya’ya ihraç ettiğimiz bürokratlardandı), bu derin bağı aşağıdaki zekice cümleler halinde vurgulamak ihtiyacını duymuştu:
“Biz Türkiye’yi eleştiriyoruz, çünkü Türkleri çok seviyoruz. Bizim Türk halkına, İslamiyeti altı asır boyunca savundukları için özel bir bağlılığımız ve saygımız var. Bazı ülkeler yanlış yaptıklarında onunla ilgilenmeyiz, fakat Türk kardeşlerimizi eleştiririz. Onlara kızdığımız için değil, tersine onlara duyduğumuz aşktan dolayı.”
MISIR TÜRKLERİ
Osmanlı’nın en uzun süre yönettiği bölgelerden biri olan Mısır, büyük bir Türk nüfusuna ev sahipliği yapmıştır. Tolunoğulları (868-905), İhşîdîler (935-969), Memlûk (1250-1517) ve Osmanlı da dahil olmak üzere çeşitli Türk hanedanlarının yönetimi sırasında bölgeye gelen yerleşimcilerin torunları olan kısmi veya tam Türk kökenli Mısır vatandaşlarıdır. 11’inci yüzyılda, Mısır bahri hanedanı tarafından ilk defa yönetilirken daha sonra Osmanlı Sultan I. Selim tarafından yönetildi. 1517’da Ridaniye Muharebesi ile Mısır’ı fethetmesinden sonra başlayan Türk hakimiyeti ile bölgeye yerleşen Türklere verilen addır. Mısır Türkleri tarihsel süreçte çok büyük görevler üstlenmişlerdir. Haçlı ordularına karşı yaptıkları savaşlar yanında, günümüze değin işgal altında olan bölgelerde kutsal hac yollarının koruyucuları ve bölgelerinin savunucuları olmuşlardır.
Mısır Osmanlı yönetimi sırasında doğrudan Türkçe konuşan seçkinler tarafından yönetiliyordu. Sonuç olarak, Mısır Arapçasında Türkçenin etkisi, Levant Arapçasına göre daha fazla olmuştur. Bugün, birçok Türkçe sözcük öğesi (ve Türkçe aracılığıyla Farsçadan geçen kelimeler) Mısır Arapçasına sıkı sıkıya entegre edilmiştir.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kurduğu hanedan ile birlikte birçok Türk ailesi burada kalıcı olarak yerleşmiştir. Bugün Kahire ve İskenderiye’de Osmanlı-Türk kökenli birçok insan yaşamaktadır.
Türkiye Lozan’da kapitülasyonları kaldırmakta ısrar ederken Mısırlılar da kendi ülkelerinde de kapitülasyonların kaldırılmasını ve Mısır’ın da tam bağımsızlığının gündeme getirilmesini Türk delegasyonuna bel bağlamıştı.
SUDAN’DAKİ TÜRKLER
Sudan’da yaklaşık 1500 – 4500 civarında Türk bulunmaktadır. Türklerin Sudan’daki hâkimiyet ve idaresi oldukça eski tarihlere dayanmaktadır. İlk olarak Mısır’da kurulan Tolunoğulları ve Ihşîdîler üzerinden Sudan’a etki eden Türkler; Eyyubîler ve Memlûkler döneminde Sudan’ın bir kısmını hâkimiyetleri altına almışlardır. 1172’de Selahaddin Eyyûbî’nin kardeşi Turanşah ve Eyyubiler, Sudan’ın Nûbya bölgesine bir sefer düzenlenmiştir. Turan Şah, 1173’te Kasr-ı İbrim ele geçirilmiş ve buradaki Saint Mary Kilisesi de camiye çevrilmiştir. Eyyûbilerden sonra ise 1260’ta Memlûk Sultanı I. Baybars, Sudan topraklarına bir sefer düzenlemiştir. Sultan Baybars ayrıca 1266’da Sevakin’de bir askerî garnizon kurarak söz konusu bölgenin güvenliğini sağlamayı başarmış ve bu sayede Memlûklerin Kızıldeniz ve Sevakin’deki hâkimiyeti XIII. yüzyıl içerisinde başlamıştır.
Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’ı fethetmesiyle birlikte Sudan’da Osmanlı hâkimiyeti dönemi belirli bölgelerde başlamış ilerleyen yıllarda Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa döneminde Sudan topraklarının tamamı Osmanlı hâkimiyeti altına alınmıştır. Osmanlı döneminde Sudan’a yerleşen Türkler, özellikle Hartum ve çevresinde küçük topluluklar hâlinde yaşamaktadır. Sudan’da “Türk” kelimesi Osmanlı kökenli kişileri tanımlamak için hâlâ kullanılmaktadır. Bu doğrultuda Osmanlı Devleti’nin Sudan’daki hâkimiyet dönemi Sudan literatürüne “Türk Dönemi” olarak girmiştir. Türkler çok uzun yıllar hâkimiyet sağladıkları Sudan’da çeşitli modernleşme hareketleri başlatmışlar ve günümüz Sudan’ın şekillenmesinde de oldukça önemli bir rol oynamışlardır.
Yine Sudan’a 1990’lı yıllarda eğitim faaliyetleri dolayısı ile gitmeye başlayan Türkler vardır. Türk girişimciler eğitim, sağlık, inşaat ve ticaret amaçlı yatırımlarda bulundular. Genellikle Türk firmalarının işgücü ihtiyaçları nedeniyle giden Türk işçi ve mühendisler yaşamaktadır. Daha sonradan bu kişiler kalıcı olarak yerleşmeye başladı.
Bunların dışında başka etkende 17 Ağustos 1999 depremi ve 2001 ekonomik krizlerinden dolayı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yeniden ucuz maliyetler ile iş kurmak, ekonomik refaha ulaşma amaçlarıdır. Özellikle Sudan’ın başkenti ve diğer şehirlerine oranla elektrik, su ve kanalizasyon altyapısı çok daha iyi durumda olan Hartum civarlarında Türk mahalleleri bulunmaktadır. Ayrıca Hartum’da Türklere ait birçok restoran, kafe, alışveriş merkezi ve esnaf dükkânları da bulunmaktadır.
CEZAYİR’DEKİ TÜRKLER
Cezayir Türkleri, Osmanlı döneminde Cezayir’e göç eden etnik Türkler ve muhaliflerdi. Önemli sayıda Türk yerli halkla evlendi ve bu evliliklerden doğan erkek çocuklarına karışık Türk ve Orta Mağrip mirasları nedeniyle Kuloğlu denilmiştir. Ancak, genel olarak, toplumun “Türklüğünü” korumak için karma evlilikler caydırıldı. Sonuç olarak, “Türkler” ve “Kuloğlu” terimleri geleneksel olarak tam ve kısmi Türk soyundan gelenleri ayırt etmek için kullanılmıştır.
Barbaros kardeşlerin İspanyol tehdidine karşı 1518’de Osmanlı’ya bağlılığını ilan etmesiyle Cezayir’de 1518’den 1830’a kadar sürecek olan Osmanlı hakimiyeti başlamıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1534’te Barbaros Hayreddin Paşa’yı İstanbul’a davet edip Cezayir Beylerbeyi sıfatıyla Kaptan-ı Derya tayin etmesiyle birlikte ise Cezayir doğrudan doğruya bir Osmanlı beylerbeyliği haline gelmiştir.
Cezayir’deki Osmanlı dönemi kısaca dört döneme ayrılabilir: Beylerbeyiler devri (1518-1587), Paşalar Devri (1587-1659), Ağalar Devri (1659-1671) ve Dayılar Devri (1671-1830).
1587’ye kadar beylerbeyi yönetiminde olan 1587’den itibaren Cezayir İstanbul tarafından üç yıllığına tayin edilen paşalar devrine girmiştir. Paşalar devrinde padişahın otoritesi kabul edilmekle beraber bu otorite etkisiz bir haldeydi. Paşaların görevi birtakım protokolleri yerine getirilmesi ibaretti. 1659’da paşa olarak tayin edilen Ali Paşa, Cezayir’de yetkilerini kullanmak isteyince Halil Ağa tarafından maiyetiyle beraber İzmir’e gönderilmiştir; bu olaydan sonra Cezayir’de ağalar devri başlamıştır. Devrin sadrazamı Köprülü Mehmed Paşa buna çok sinirlenerek geri dönen valiyi idam ettirmiş ve Cezayir ağasına da bir mektup göndererek artık vali gönderilmeyeceğini bildirmiştir. 1659-1671 arasındaki dönemde göreve gelen dört ağa idareyi bırakmak istemedikleri için öldürülmüştür. Bundan sonra ise denizcilerin duruma hakim olmasıyla ve Cezayir’de 1830’a kadar sürecek olan dayılar devri başlamıştır. Önceleri dayılar eyaletteki divan tarafından hayatı boyunca başta bulunmak şartıyla seçilirken sonraları ocağın ağırlığını koymasıyla dayılar ocak tarafından seçilmeye başlanmıştır.
Seçimle başa gelen Dayılar Osmanlı’ya bağlı olmakla birlikte içişleri ve dışişlerinde bağımsız hareket edebilmekteydi. Kendine özel bir eyalet idaresi bulunan Cezayir’de koyulan kural gereği Kuloğlu sınıfına mensup herhangi bir kimsenin beylik makamına ulaşması mümkün değildi.
Garp Ocakları içinde sahip oldukları hakların büyük kısmını ilk kaybedenler Cezayir Kuloğulları olmuştur. 1630’lu yıllarda bütün imtiyazlarını kaybetmeleri neticesinde milis gücünden çıkarılmalarının haricinde eyalet idaresini ele geçirme tehlikeleri yüzünden şehir merkezlerinden de uzaklaştırılmışlardır. Cezayir Eyaletinin kendi iradesiyle Osmanlı Devleti’ne bağlanması sayesinde sıkı bir merkeziyetçilik yerine daha serbest bir yönetim anlayışı uygulanmıştır. Osmanlı egemenliğine ilk giren eyalet olmasına rağmen bu sebepten ötürü ve Kuloğullarını yönetimden uzaklaştıran ilk eyalet olması yüzünden mahalli Kuloğlu Hanedanlarının tesis edildiği Tunus ve Libya’ya nazaran Osmanlı etkisi sınırlı kalmıştır. Bu yaşananlar da Cezayir Kuloğullarının toplumsal etkinliğinin diğer iki ülkedeki kardeş topluluklara kıyasla daha az olmasını açıklamaktadır.
Garp ocakları içinde en büyük donanmaya sahip olan Cezayir’de eyalet gelirlerinin büyük bir kısmı korsanlık yoluyla sağlanırdı. Akdeniz dışında da faaliyet gösteren korsanlar, Cebelitarık Boğazı’nı geçip Kanarya adaları, İngiltere, İrlanda, Hollanda, Danimarka, hatta İzlanda adasına kadar uzandılar. Korsanlık faaliyetleri kapsamında Danimarka ve ABD gibi ülkelerle savaşlara girilmiş ve bu devletlerle çeşitli anlaşmalar dahi imzalanmıştır. ABD ile Cezayir Eyaleti arasında 1796 yılında imzalanan Trablus Antlaşması buna bir örnek olarak gösterilebilir. Bu antlaşma, ABD tarihinde yabancı dilde yazılmış tek antlaşmadır ve yine ABD tarihinde yabancı bir devlete ilk ve tek sefer vergi ödenmesi kabul edilmiştir.
Libya’daki gibi eyalet merkezi ve etrafındaki sahil şeridi boyunca yerleşmiş bulunan Kuloğullarının Libya’daki Mısrata şehri gibi baskın güç olduğu şehirler Tlemsen ve Konstantindir.
Cezayir’in Osmanlı hakimiyetinden çıkıp 1830’da Fransa’nın İşgaline girmesiyle beraber ülkedeki bekâr yeniçeriler gemilerle Anadolu’ya ve adalara gönderilirken Kuloğullarına mensup aileler ise çok farklı ülkelere göç etmeye başlamıştır. 1830’dan sonra verilen göçlerle oluşan Cezayirli diasporasında önemli bir yer teşkil eden Kuloğulları başta Osmanlı hakimiyetindeki çeşitli bölgelere yerleştirilirken Fas, Fransa ve İngiltere’ye de azımsanamayacak miktarda göç vermişlerdir. Bu göçler sayesinde Paris ve Londra’da oluşan Kuloğulları toplulukları halen varlık göstermektedirler.
2008 T.C. Cezayir Büyükelçiliği raporuna göre Osmanlı döneminde buraya gelip yerleşen 600-700 bin Türk kökenli kişinin yaşadığı bilinmektedir. Fransız Büyükelçiliği, kendi kayıtlarına göre bu rakamın 2 milyon civarında olduğunu açıklamaktadır.
Prof. Dr. Kamal el Korso’nun yaptığı açıklamaya göre Cezayir’de yapılan araştırmalar neticesinde Osmanlı egemenliğindeki üç asırda 175 bin Türk askerinin Cezayir’e geldiği sonucuna varılmıştır. “Cezayir’e gelen Türk askerleri kıyı şehirlerinde yerleştiler. Bu gün de, Cezayir Türkleri, Cezayir’in kıyı şehirlerinde yaşamaktadırlar.
TUNUS TÜRKLERİ
1534’te Barbaros tarafınan fethedilerek Osmanlı hakimiyetine giren Tunus, 1535 yılında Şarlken tarafından geri alınamasından sonra 1574’e dek Hafsi Hanedanı’nın yönetiminde kalmış ve 13 Eylül 1574’te Uluç Ali Reis ile Sinan Paşa’nın Tunus şehrini ele geçirmesiyle birlikte Tunus’ta 1881’e kadar kesintisiz sürecek olan Osmanlı egemenliği başlamıştır. 1591’de gerçekleşen darbeyle birlikte yönetim dayıların eline geçmiş ve böylece Garp Ocaklarındaki ilk yerel otorite tesisi Tunus’ta gerçekleşmiştir.
1610-1637 yılları arasında Tunus dayısı olan Yusuf Dayı, 1613’te Korsika asıllı mühtedi bir köle olan Murad’ı bey olarak tayin etmiştir. İstanbul’dan kendisine verilen beylerbeyilik ve paşalık unvanı verilmesiyle nüfuzunu artıran Murad Bey eyaletin idaresini kendisi hayattayken oğluna devredince Murâdîler adı verilen dönemi başlatmış oldu. XVIII. yüzyıl başlarına kadar hükümran olan Murâdîlerden sonra beylik 1705’ten itibaren Girit asıllı bir sipahi olan Hüseyin Bey’in soyundan gelenlerin eline geçti. Ailelerin eyalet yönetiminde yetki sahibi olmasıyla beylerbeyi tayininde aksamalar görüldü ve İstanbul iktidarı elinde tutan aile fertlerinin görevlerinin onaylamakla yetindi. Uzun yıllar süren beylerbeyi, dayı ve vatan beyleri mücadelesinden sonra Vatan beyi (Emîrü’l-Evtân) Hüseyin Bey’in dayılık ünvanını 1705’te tamamen kaldırmasıyla birlikte kendisine İstanbul’dan beylerbeyilik ünvanını tevcih ettirdi. Böylelikle Tunus vatan beylerinin hâkimiyetine girmiş oldu. Bu dönemde Tunus eyaletinde tek yetkili Tunus beyi oldu; hem dayının görevlerini hem de Osmanlı Devleti adına İstanbul’dan gönderilen beylerbeyilerin sorumluluğunu tek başına üstlendi.
1881 tarihine kadar Osmanlı vassalı olarak devam eden Hüseynî Hanedanı bu tarihten sonra Fransız vassalı olarak varlığını 1957 yılına kadar sürdürmüştür. 1957’de bağımsız Tunus Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte beylik dönemi de tarihe karıştı.
Zaman içinde İstanbul ile iletişimin azalmasıyla beraber Tunus, nispeten özerk bir yönetime geçmiş ve bu sayede yönetim kademesinde kendilerine yer bulamayan Kuloğulları eyalet idaresine verdikleri destek sebebiyle önemli kamu görevleri üstlenmişlerdir. Aynı şekilde Tunus’taki ıslahat hareketleri de Osmanlı Devleti’nden bağımsız ilerlemekteydi.
Tunus Türkleri, Tunus anayasasında tanımlanmış azınlıklardan biridir. Sayıları çeşitli kaynaklara göre 500 bin ila 2 milyon arasında değişmektedir. 2012’de, Tunus’taki Türk varlığı nedeniyle Türkçe eğitim programına dahil edilmiştir. Bugün bile birçok Türk, başlangıçta önemli sayıda Türk soylu tüccarların yönlendirdiği Souq el-Trouk’ta (Türk Çarşısı) iktisadi faaliyetlerine devam etmektedir.
Tunus, Mehdiye, Hammamet ve Cerbe Adası’nda ağırlıklı olmak üzere yerleşmiş olan Tunus’taki Kuloğullarının Libya’daki Mısrata şehri gibi baskın güç olduğu şehir Mehdiye’dir. Ayrıca ülkenin kuzeyinde yer alan Hammam El Gezaz (Hammam Ghezèze), Arapçada “Oğuz hamamı” anlamına gelir ve bu yörede de yoğun bir şekilde Oğuz kökenli Türkler yaşamaktadır.
GÜNEY AFRİKA’DAKİ TÜRKLER
Güney Afrika’daki Türkler, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yaşayan Türklerdir. Güney Afrika’da yaklaşık 3.500 Türk yaşamaktadır.
GÜNEY AFRİKA’DAKİ OSMANLI İZLERİ
Güney Afrika’da Osmanlı ile bağlantılı az sayıda Türk kökenli kişi bulunmaktadır. Türkler, Güney Afrika’ya ilk olarak 19. yüzyılda yerleşmişlerdir. 1889 yılında Osmanlı İmparatorluğu, Durban ve Johannesburg’a fahri konsolos göndermiştir. 19. yüzyılda Osmanlı’dan göç eden Müslümanlar, özellikle Cape Town’da Osmanlı halifeliğine bağlılıklarını sürdürmüştür. Nisan 1914’te Mehmet Remzi Bey, Johannesburg Osmanlı İmparatorluğu başkonsolosu olarak atanmış; 1916’da ölmüş ve Johannesburg’daki Braamfontein mezarlığına gömülmüştür. 21 Kasım 2011’de kalıntıları Johannesburg’daki Nizamiye Camii’ndeki bir anıt bahçesine nakledilmiştir. Bugün Cape Town’daki “Bo-Kaap” bölgesi, Osmanlı izleri taşıyan yerlerden biridir. 1861 yılında Osmanlı İmparatorluğu sömürge Güney Afrika ile ilişkiler kurmuştu. 1863 yılında Cape Kolonisi’nde yaşayan önemli sayıdaki Müslüman Cape Malay topluluğunun üyelerinin talebi üzerine, Osmanlı hükümeti Kürt kökenli Ebu Bekir Efendi’yi İslam’ı öğretmek, vaaz etmek ve Müslümanlar arasında dini meseleleri çözmeye yardımcı olmak için Cape Town’a gönderdi. Onun soyundan gelenler hala Güney Afrika’nın çeşitli yerlerinde yaşıyor.
TÜRKİYE DÖNEMİ
1980’li yılların sonunda Türkiye ve Güney Afrika Cumhuriyeti bazı iş anlaşmaları imzalamıştır. 1980’li ve 1990’lı yıllar arasında Türk iş adamları tekstil, 2008 yılında enerji konularında Güney Afrika’ya yatırım yapmışlardır.
2)AFRİKA ASILLI TÜRKLER (AFRO-TÜRKLER)
Afrika kökenli Türkler veya Afro-Türkler, Osmanlı İmparatorluğu’na Afrika’dan köle olarak getirilen ya da kendi istekleriyle Anadolu’ya veya Kıbrıs’a gelerek yerleşen ve kökenlerini Afro-Abhazlar gibi Osmanlı köle ticaretine dayandıran Afrika Zanj kökenli Türk halkının torunlarıdır. Köle olarak getirilenlerin bir kısmı sonradan ülkelerine dönmüş, kalanları Ege ve Akdeniz bölgelerine yerleşerek tarım alanında çalışmış, köyler kurmuşlardır. Afro-Türk nüfusunun 5.000 ila 20.000 kişi arasında olduğu tahmin edilmektedir. Afro-Türkler, Anadolu Ajansı’na göre 2017 itibarıyla sayıları yaklaşık 1,5 milyon olan Türkiye’deki Afrikalı göçmenlerden farklıdır.
Osmanlı döneminde Nijer, Suudi Arabistan, Libya, Kenya ve Sudan’dan Afrika asıllılar, genellikle Zanzibar üzerinden Dalaman, Manavgat, Çukurova, Menderes ve Gediz ovasına getirilmişti. Bazı Afrika asıllılar ise 1923 Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi sırasında Girit’ten gelmiş, Ege bölgesine, çoğunlukla da İzmir’e yerleşmiştir. Ayvalıklı Afrika kökenliler Girit’ten gelen atalarının Yunanca konuştuğunu, Türkçeyi sonradan öğrendiklerini söylemektedirler.
Kimi kaynaklarda 19. yüzyılda İzmir’in Sabırtaşı, Dolapkuyu, Tamaşalık, İkiçeşmelik ve Ballıkuyu gibi semtlerinde yoksul siyahi mahalleleri olduğundan söz edilmektedir. Ayrıca Manisa’nın Yarhasanlar Mahallesi’nde bir dönem yoğun bir şekilde siyahi nüfus olduğu bilinmektedir. Manisa ve İzmir’de Afrikalılara özgü bahar bayramının, ‘Dana Bayramı’ (Arap Bayramı, Arap Kabağı olarak da adlandırılmaktadır) adıyla 1880’lerden 1920’lerin sonuna kadar kutlandığı belirtilmiştir. Üç hafta süren kutlamalarda godyaların (Afrikalı topluluğun ileri gelenleri) topladığı parayla dana alınır ve Mayıs ayının ilk cumartesi günü kurban edilirdi. Günümüzde de bu kutlama sadece iki gün sürmekte ve artık kurban kesilmemektedir.
Afrika asıllı Türklerden yaşlı kuşak kendisini genelde “Arap” olarak tanımlarken kentte yaşayan genç kuşak ise “Afrika kökenli” demeyi tercih etmektedir. Sayıları yaklaşık 5.000 ila 20.000 arasındadır.
Tarihsel olarak, Siyah Türklerin ataları Zenci ( diğer dillerde alternatif olarak Zanji veya Zangi olarak yazılır ) olarak adlandırılırdı; bu kelime Osmanlı döneminde, birçok Afro-Türk’ün atalarını takip ettiği Güneydoğu Afrika’nın Hint Okyanusu kıyısındaki tarihi coğrafi Zanj bölgesinin halkını tanımlamak için kullanılırdı. Diğer birçoğu ise 19. ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı Mısır Hidivliği tarafından kontrol edilen Sudan’dan geldi. Bazı Afro-Türkler atalarını günümüz Libya, Tunus ve Cezayir gibi Osmanlı Kuzey Afrika’sına dayandırırlar.
Birkaç yüzyıl önce başlayarak, genellikle Zanj’in tarihi bölgesindeki Zanzibar üzerinden ve Nijer, Arabistan, Libya, Kenya ve Sudan gibi yerlerden gelen bir dizi Afrikalı [ 5 ] , Dalaman, Menderes ve Gediz vadileri, Manavgat ve Çukurova’ya yerleşerek Osmanlı İmparatorluğu’na geldi . Sabırtaşı, Dolapkuyu, Tamaşalık, İkiçeşmelik ve Ballıkuyu gibi 19. yüzyıl İzmir’inin Afrika mahalleleri çağdaş kayıtlarda belirtilmektedir.
Bazıları 1923’te Yunanistan ve Türkiye arasındaki nüfus mübadelesinin ardından Girit’ten geldi. Ege kıyısına, çoğunlukla İzmir civarına yerleştiler. Ayvalık’taki Afrikalılar, Girit’ten gelen atalarının Türkiye’ye geldiklerinde Yunanca konuştuklarını ve daha sonra Türkçe öğrendiklerini beyan ediyorlar. Afrika kökenli Türklerin, Türkiye Cumhuriyetine katkıları Cihan Harbi ve İstiklal savaşıyla sınırlı değildir. Vatanın asil evlatları olarak her sahada Türkiye Cumhuriyeti’ne hizmetleri olan Afro-Türkler biraz da Avrupa ülkelerindeki gibi ırkçı muamelelere maruz kalmadıkları için Türkiye’de sinemadan müziğe, askeriyeden ticarete her sahada kendilerini gösterebilmişlerdir. 1960’ların en nadide sinema sanatçılarından Zenciye Şirin, 1970lerin en iyi ses sanatçısı ödülü alan Esmeray veya 1980lerin Türkiye başpehlivanı seçilen Mustafa Yıldız gibi daha nice Afrika kökenli vatandaşımız, Türk toplumuna her bakımdan ayak uydurmuş ve ve çeşitli sahalarda hizmet etmişlerdir.
İzmir’de yaşayan Afro-Türkler, 1960’lara kadar geleneksel bahar festivali Dana Bayramı’nı (“Buzağı Festivali”) kutladılar. Dana Bayramı şu anda genç nesil Afro-Türkler arasında yeniden canlandırılıyor. Ege şiveleri ve tarihteki yerleriyle artık Anadolu’nun yerlileri olmuş olan Afro-Türklerin, Birinci Dünya Harbi ve Kurtuluş Savaşı’ndaki katkıları ise Türk tarihinin şerefli sayfalarında yerini almıştır.
BİRİNCİ CİHAN HARBİNDE AFRO-TÜRKLER
Şüphesiz Afro-Türklerin Birinci Dünya Savaşı’nda tam olarak ne kadar yekün teşkil ettiklerini bilmemize imkan yoktur. Fakat Afrika kökenli vatandaşlarımızdan Türk tarihine damga vurmuş belli başlı simaların Cihan Harbi’ndeki rollerini belgeler ışığında ortaya koymak mümkündür. Mesela, Arap Ali oğlu, Arap Ahmet oğlu, Arap Hacı Ahmet oğlu, Arap Hüseyin oğlu, Zenci Süleyman oğlu, Zenci Mesude oğlu ve daha nice Afrika kökenli Osmanlı vatandaşının Cihan Harbi’nde vatan müdafaasına katıldıklarɪ arşiv belgelerinden anlaşılmaktadɪr. Bunların başında herhalde Pilot Ahmet Ali Çelikten gelir. İzmir doğumlu olan Ahmet Ali önce Bahriye Nezaretine bağlı Tayyare okulunda okumuş ve Birinci Cihan Harbi’nde Berlin’de eğitim almıştı. Kardeşi Ali’yi Çanakkale Muharebesinde şehit vermişti. Pilot Ahmet Ali Çelikten’in etkin faaliyetleri Cihan Harbi’nden sonra Kurtuluş Savaşında da devam etmiştir. Birinci Cihan Harbinde başka bir kahraman Afro-Türk cesaretiyle ünlü Er Zenci İsmail’dir. Dönemin gazetelerinde Zenci İsmail diye geçen kahraman askerin düşmanın elinden bir makinalı tüfeği aldığı rapor edilmişti. Türk ordusunda Zenci İsmail gibi birçok Afrika kökenli Osmanlı askeri bulunmaktaydı. Resimlerde benzer birçok Afro-Türk’ün Cihan harbine katıldıkları ve kahramanca savaştıkları anlaşılmaktadır. Cihan Harbinde dikkat çeken bir başka gelişme ise Afrika’nın önde gelen liderlerinden Sudanlı Zenci Musa veya Libyalı Şeyh Senusi’nin bizzat Cihan Harbi’nde Osmanlı Devleti yanında vazife almış olmalarıdır. Yine Darfur Hakimi Ali Dinar’ın Cihat çağrısına uyup Sudan’da İngilizlerle girmiş olduğu mücadele birçok cephesiyle tarihe geçmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın belki Afro-Türklerin en önemli siması Piyade Yüzbaşı Dayı Mesut’tur. Dayı Mesut İstanbul’un işgalinde Karakol Cemiyeti ile hareket ederek Milli Mücadele döneminde büyük hizmetler yapmıştır.
KURTULUŞ SAVAŞINDA AFRO-TÜRKLER
Mondros Mütarekesi’nin imzalanması ve uygulamaya konulması ile birlikte İtilaf Devletleri işgallere başlamışlardı. Mütareke hükümlerine dayanarak yapılan bu işgaller neticesinde Rum ve Ermeni çeteleri de düşmanca bir faaliyet içerisine girerek Türk halkɪna saldɪrɪyorlardɪ. O tarihlerde bazı vatanperver askerler tarafından kurulan Karakol Cemiyeti, öncelikle Rum ve Ermeni çetelerinin Türk halkına yaptığı zulümlerin önüne geçmek için kurulmuş ve bu doğrultuda çalışmalarını yürütmüştü. Karakol Cemiyeti adı altında faaliyet gösteren bu teşkilatta ayrıca Gebze mıntıkasında Afrika kökenli bir kahraman Piyade Yüzbaşı Dayı Mesut Bey (Gürbüz) bulunmaktaydı. Özellikle teşkilat olarak Karakol Cemiyeti, düşman işgali altındaki İstanbul’dan Anadolu’ya silah ve cephane sevk etmiştir. Yenibahçeli Şükrü Bey’e bağlı olarak, Kadıköy mıntıkasına Orhan Veysel, Gebze’ye Dayı Mesut (Gürbüz), Şile’ye Yusuf Ziya (Şahap), Kartal’a İhsan, Beykoz’a Murat (Korsan) ve Kefken’e de İpsiz Recep kumandan olmuştur. Menzil hattının kurulması işi ile birinci derecede Kadıköy’de inzibat zabiti olarak görev yapan Afrika kökenli Yüzbaşı Dayı Mesut ve Maltepe Endaht Mektebi’nden Yavuz Fehmi Bey ilgilenmekteydi. 1920 yılının 25 ve 26 Mayıs aylarında Hendek ve Düzce kontrol altına alınmış ve 27 Mayıs’ta Bahçecik’e girilirken Dayı Mesut da Kandıra’ya yönelmiş ve burayla irtibatı yeniden tesis etmişti. Durum giderek Kuvayı Milliye lehine dönerken İngilizler’in de Kuvayı İnzibatiye’ye inancı, söz konusu kuvvetler arasından Kuvayı Milliye’ye iltihakların artmasıyla sarsılmıştı. Kuvayı İnzibatiye’nin bir de topçu birliği bulunmaktaydı. Ayrıca Hereke ve Gebze’de Ermeni çeteler bulunmaktaydı. Buna karşı Milli Kuvvetler’in dağılımında, başına Süvari Kaymakamı Atıf Bey’in getirildiği 24. Fırka’nın 70. Alayı Solaklar mevkine, 143. Alay Hasanpaşa mevkine, Gökbayrak Milli Taburu Tepeköy mevkiine, Dayı Mesut’a bağlı kuvvetler Ağaköy mevkiine, Mülazım İbrahim Efendi komutasındaki süvari müfrezesi Yarımca üzerine, diğer müfrezeler Gebze ve Hereke’ye taarruz edecek şekilde yerleştirilmişlerdi. 14 Haziran sabahı Kuvayı İnzibatiye birlikleri İzmit- Sapanca yolu üzerinden taarruz için harekete geçtikleri sırada, Ali Fuat Paşa’nın emriyle aynı anda baskın şeklinde Kuvayı Milliye’nin taarruzu başladı. İstiklal Savaşı’nda Yüzbaşı Dayı Mesut’un hizmetleri son derece önemli olsa da ne yazık ki halen etraflıca ele alınmamıştır. Kurtuluş savaşının bir diğer önemli siması Afro-Türklerden Mavro Ali Osman Efe’ydi. Bergama’nın Alibey’li köyünden Arap Ali Osman Efe, 12 kişiden oluşan çetesiyle Yunanlılar arasında “Mavrolar” diye korku salmıştı. Cesaretiyle tanınan Arap Ali Osman Efe İzmir’in işgalinde milis kuvvetleriyle Yunan birliklerine baskınlar yapıp onları pusuya düşürmüştü. Bu sebeple Yunan birlikleri tarafından arandığı, hatta başına 300.000 drahmi ödül konduğu söylenir. Kuvay-i Milliye karargahından kendilerine katılmaları istenince Soma’ya giden Ali Efe, orada Batı Anadolu’nun Yunan işgalinden kurtarılması için gizli toplantılara katılmıştı. Bir gün Yunanlıların işgal ettiği Bölcek köyüne giderken köyde Yunanlılar tarafından Sarı Yüzbaşı diye çağrılan Giritli Rum askerlerle Yunanlılar pusuya yatmış intikam almak için Mavroları bekliyorlardı. Karşılıklı çatışmada Arap Ali Efe yaralanmış iki askeri de şehit olmuştu. Arap Ali Efe’nin öldüğünü zanneden diğer askerleri ise geri çekilmişlerdi. Ağır yaralanan Ali Efe, sürünerek bir mısır tarlasına girmiş, yaralı olduğu halde kendisini takip eden 3 Yunan askeriyle bir subayı öldürmüş ve kaçmayı başarmıştı. Arap Ali Efe, iyileştikten sonra 200 kişilik bir kuvvet toplayarak Balıkesir’ deki Yüzbaşı Kemal Bey’in emrine girmişti. Kuva-yı Milliye ordusunda Yunanlılara karşı verdiği hizmetler, daha sonra da devam etti. Kurtuluş Savaşından sonra Gazilik madalyasına layık görülerek mükafatlandırılmıştı. Söylentiye göre, pusudan hemen önce Bölcek köyünden yolda ihtiyar bir kadının buğday çuvalını zorla taşıdığını görünce Arap Ali Efe, ihtiyar kadının haline acıyıp “Ana, ben taşıyayım” demiş, heybeyi alıp yürürken ileride kendisine pusu kuran Yunan devriyesinin tuzağına düşmüştü. Kendini mısır tarlasına atan Ali Efe’nin kanına bulanmış buğdaylar toplanıp ve ekilmiş ama tarlanın o köşesinde boy veren buğdaylar diğerlerinden daha bereketli ve renkleri kırmızı olmuştu. Ali Efe’nin kanıyla boyanmış buğdaylar için yapılan güfte yıllar sonra bestelenmişti.
Kırmızı buğday ayrılmıyor kanından,
Can bulaşmış Ali Osman Efe’ nin canından,
Kurşun girmiş Efemin dört bir yanından…
1951 yılında Bergama’da ölen Afro-Türklerden İstiklal Harbi Gazisi Arap Ali Osman Efe Bergama şehir mezarlığına gömülmüştür. Mezar taşında korku nedir bilmez Alibeylili Osman Efe yazmaktadır.

KAYNAK:
Erdal Aksoy – Afro-Türkler: Etnik Köken ve Kimlik
Baba, A. (2020). Libya-Türkiye ilişkilerinin tarihi ve bugünü. Parlamento dergisi, 65, 42-49.
İzmir’de Yaşayan Afro Türkler : İlayda Vurucu, İlhan Çamiçi
İ. Gökalp ve F. Georgeon, Kemalizm ve İslam Dünyası, İst. 1990
Yücel Yiğit & Eyüp Şahin – Emniyetin afro Türk polisleri
Gilbert Sinoué, Kavalalı Mehmed Ali Paşa: Son Firavun, Çev. Ali Cevat Akkoyunlu
İlter, A. S. (1936). Şimali Afrika’da Türkler (Cilt 1) (p.107). Vakit Gazete-Matbaa.
Ekmeleddin İhsanoğlu-Mısır’da Türkler ve Kültürel Mirasları
Halim Gençoğlu, 2020, Türk Arşiv Kaynaklarında Türkiye-Afrika, s.411, Ankara, SY. yayınevi
Kavas, A. (2001). Kuzey Afrika’da bir Osmanlı nesli: Kuloğulları. Osmanlı araştırmaları dergisi, xxi(2001). 31-68.
Kaya İmrag-Osmanlı Libyası – Doğu Akdenizde Türk Hakimiyeti
Eriş, Eyüp. 2011. Kermeslerle Bergama Yakın Tarihi. Bergama, İzmir: Bergama Belediyesi
Koloğlu, O. (2011). Arap kaymakam. Aykırı Yayınları.
Ramazan Şeşen, Salahaddin’den Baybars’a Eyyubiler-Memlukler (1193-1260), İslam Kültür ve Tarihini Araştırma Vakfı (İSAR) Yayınları, İstanbul 2007.
Libya – Binbaşı Abdülvahid
Koray, E. (1980). Libya tarih ve kültür. Türk-Libya ilişkileri (ss.117-135) içinde. Türk-Libya Dostluk Derneği.
Libya Ve Tarih Boyunca Türk-Libya Dostluğu – Faiz Türkkan
Yüksel, M. (2016). Osmanlı son döneminde Trablusgarp vilayetinin sosyal ve ekonomik yapısı (1872-1911). [Basılmamış Yüksek Lisans Tezi]. Hitit Üniversitesi.
Orhan Koloğlu, 500 Years in Turkish-Libyan Relations, Ankara 2007
Hamdunallah Mustafa Hasan, “Dongola”, DİA, Cilt: 9, 1994