Kızıl Elma Her Derde Deva – Aziz Dolu Atabey
Kızıl Elma Her Derde Deva
Türkler, doğaya ve doğadaki varlıklara ayrı bir önem vermiş; ayrı bir sevgi beslemişlerdir. Bu sevgi, gök yeleli kurttan başlamış; ağaçlara (andız, çam, kayın, meşe…), kuşlara (güvercin, kartal, kuğu, turna…) hatta gökteki yıldızlardan, yerdeki atlara, taşlara varıncaya kadar canlı-cansız her varlığı kucaklamıştır. Doğayla barışık, doğayla iç içe bir hayat süren Türklerin inanç değerleri (ahkâm, norm) de haliyle doğadan esinlenme yoluyla ortaya çıkmıştır.
Kazakistanlı bilimcilerin araştırmalarından çıkan sonuçlara bakılırsa; elma (alma) bitkisi, yeryüzünde ilk kez Altay bölgesinde ve kırmızı elma (yani kızıl elma) olarak görülmüş. Bu veriler doğru ise sonsuz güç sahibi Yüce Yaratıcı’nın, biz Türklere yönelik rahmetinin, bereketinin ne derece büyük olduğuna bir kere daha iman edebilirsiniz canlar. Şöyle ki, ilkçağlarda Türklerin temel geçim kaynağı -tarım, ticaret, zanaat vs. de olmakla birlikte- hayvancılıktı. Haliyle başta Tarım havzası, Turfan bölgesi vd. olmak üzere çeşitli bölgelerde tarımsal üretim çok gelişmiş hatta Uygurlar, çağının ilerisinde tarım faaliyetleri gerçekleştirerek diğer Türk hanedanlıklarının aksine bir tarım ülkesi olmuş olsalar da Türk boylarının pek çoğunda ağırlıklı olarak hayvansal gıdalar tüketiliyordu.
Uygurlar ve tarım demişken, 2500 yıl önce inşa edilen Karız tünellerinden bahsetmeden geçmek olmaz elbette. Tanrı Dağları’nda, yerin 110 metre altından başlayan; ortalama 100 metre derinlikte yol alarak 12 ay sıcaklık ortalaması 40 dereceyi geçen dahası yaz aylarında 65 dereceyi gören Taklamakan Çölü’nü aşıp, Turfan bölgesine su taşıyan; kolları ile birlikte toplam uzunluğu 5100 km’yi bulan bu sulama tünelleri bugün bile hâlâ iş görmekte, Turfan’a her yıl 200 milyon metreküp su taşımaya devam etmektedir. Çöl ikliminin hüküm sürdüğü Turfan ve diğer bölgeleri bir vaha haline getiren Uygur Türkleri çöle hayat vermekle kalmamış, tarımsal faaliyetlerde de zirve yapmıştır. Günümüzde kullandığımız “turfanda” sözcüğü de Uygurlardan bir yadigârdır bu arada.
Sağlıkla ilgili olarak biz Türkleri yakından ilgilendiren sorunlardan biri de gut hastalığıdır bilindiği üzere. Peki, ama neredeyse bir “Türk hastalığı” olarak nitelendirebileceğimiz gut hastalığı en çok kimlerde görülür? Hayvansal gıdaları sıkça tüketenlerde tabi ki!.. Elma ile gutun ne ilgisi var? Hemen merakınızı giderelim. Elmada bulunan bir madde, gut hastalığına karşı çok iyi gelir canlar. Misal eklem ağrıları özellikle de ayak başparmaklarında şiddetli ağrı olarak ortaya çıkan gut rahatsızlığı olanlar, ağrıları başladığında bir adet kırmızı elma yedikleri takdirde ağrılarının hafiflediğini hissedeceklerdir. Derdini veren Yüce Tanrı, dermanını da vermiş ve elma bitkisini Altaylar bölgesinde yaratmak suretiyle Necip Fâzıl’ın deyişiyle “Allah’ın seçtiği, kurtulmuş millet” olan biz Türklere rahmet kapılarını ardına kadar aralamıştır.
Peki, ama Türklerle özdeşleşen “Kızıl Elma” ülküsü nasıl ortaya çıkmıştır? Buhara, Semerkant gibi şehirlerin bulunduğu Horasan ve daha yukarılarının yani Batı Türkistan’ın ilim-irfan merkezi olduğu zamanlarda, Avrupalı bir tüccar bölgeye gelir. Akşam bir handa konaklayan tüccar, diğer insanlarla sohbet ederken gezip gördüğü yerlerin birinde altı ay gece-altı ay gündüz olduğunu söyler. Orada bulunanlar, yalancının-dolandırıcının teki olduğunu düşündükleri tüccarı, sultana şikâyet ederler. Tüccar, sultanın huzurunda da söylediklerinin arkasında durur. Söylediklerini kanıtlama imkânı yoktur. Haliyle kimseyi inandıramaz. Hatta tüccarın kendileriyle alay ettiğini söyleyenler bile çıkar. Bunun üzerine sultan, halkın olası bir sahtekârlıkla, düzenbazlıkla karşı karşıya kalmaması için tüccarın cezalandırılmasına karar verir. Adamcağız “ceza” sözünü duyunca feryat-figan, yemin-billah söylediklerinin doğru olduğunu tekrarlamaya başlar. Bunun üzerine, huzurda bulunan güngörmüş geçirmiş vezirlerden biri “Sultanım, bir de Birûnî kulunuza sorsaydınız.” filan deyince büyük Türk bilgini Birûnî huzura çağrılır. Anlatılanları duyunca Birûnî’nin gözleri parlar. “Doğrudur, hünkârım!..” der. Sultanın önünde duran meyve sepetinden bir kırmızı elma alan büyük bilgin, elmayı sultana doğru kaldırarak “Sultanım!.. Araştırmalarıma göre dünya şu gördüğünüz kızılca elma gibidir ve kendi etrafında dönmektedir. Böylece de geceler ve gündüzler oluşmaktadır. Yalnız mevsimlerin oluşabilmesi için dünyanın eğik olması gerekmektedir. Bu adam, hesaplamalarımın canlı tanığıdır. Bırakın gitsin.” gibisinden sözlerle tüccarın söylediklerini teyit eder. Bunun üzerine, adama ihsanlarda bulunulur ve salıverilir. O günden sonra Türk cihan hâkimiyeti ülküsünün (mefkûre) adı kısaca “Kızıl Elma” olur. Ötüken ormanlarında başlayan bu kutlu davaya, Osmanlı’da da bir hayli divânenin tutkun (meftûn) olduğunu biliyoruz. Dahası Osmanlı’dan, günümüze Anadolu’nun köylerinde, kasabalarında okullarda fen bilgisi dersinde sıra Yerküre (Dünya) konusuna gelince bütün öğretmenler ağız birliği etmişçesine ellerine geçirdikleri elmaları Dünya maketi olarak kullanmışlardır. Böylece “Kızıl Elma” ülküsü, yeni nesillerin yüreğinde bir kutlu ateş olarak içten içe yanmaya devam edegelmiştir.
Ha, şimdi bir yanlış algıya ve/veya anlamaya da yol açmayalım canlar. Birûnî, Batı’da “Dünya, yuvarlaktır; dünya dönüyor.” diyenlerin “içlerine, şeytan girmiş” denilerek, yakıldığı çağdan 500 sene önce yaşamış ve Dünya’nın yuvarlaklığını, döndüğünü -23°/27’ derecelik/dakikalık yörünge eğimine ve 6 km yanılma payıyla çapına varıncaya kadar- hesaplamayı başarmış bir adamdır. Hem de neyle? Matematik ve uzay bilimi (astronomi) hesaplamaları ile!.. Peki, bu bilgileri Batı’da kimler; ne zaman söyleyebilmiştir? Misal Dünya’nın yuvarlaklığını ve döndüğünü Macellan, Kopernik gibi kişiler; Birûnî’den 500 yıl sonra söyleyebilmiştir!. Günümüzde kabul edilen bilimsel ölçüm değerine (23°/26.7’) ancak 1950 yılında ulaşılabildiği de hesaba katıldığında, sadece Dünya’nın eğimi konusunda bile Batılı bilginlerden -neredeyse- bin yıl önde olduğu ve dahi ne büyük bir deha ile karşı karşıya olduğumuz çok daha iyi anlaşılacaktır.
Osmanlı’da da Kızıl Elma’ya tutkun bir hayli divanenin olduğunu biliyoruz demiştik. Ömer Seyfettin de bunlardan biridir. Bir asır geçmesine rağmen, onun ve öykülerinin yerini hiçbir edebiyatçımız dolduramamıştır. Kısacası (vel’hâsıl) onun öyküleri yeni kuşaklara mutlaka ve mutlaka okutturulmalıdır. Özellikle de “Kızıl Elma Neresi?” adlı öyküsü!.. Söz konusu öykü kısaca şöyledir: Osmanlı padişahı Kanunî Sultan Süleyman sefere çıkar. Akşam olup; ordu konaklayınca, günün yorgunluğunu atmak isteyen Padişah, otağına çekilir. Gecenin karanlığında, bir ara “Kızıl Elma’ya!.. Kızıl Elma’ya!..” gibi haykırışlar duyar. Gerçi sefere çıktığından bu yana da duymaktadır bu naraları. Vezirleri, kazaskerleri, bölükbaşıları filan çağırıp, sorar: “Nedir bu Kızıl Elma?” Ne bilsin yeniçeri ocağından yetişme gariban devşirmeler?.. Hepsi boynunu büker. Bir diğeri, bir diğeri… Sonunda “Kızıl Elma’ya” diye haykıran Anadolu sipahilerinden yani Türkmen askerlerden üçü tutulup, getirtilir huzura. Padişah sorar: Nedir bu Kızıl Elma meselesi? İmdü (şimdi) anlatın hele!..” Gariban Anadolu çocukları, Türkmen kültüründen gelen görgü (terbiye) ile el pençe divan durup; başları hafif eğik bir şekilde “Padişahımız bilir!” derler. Başka da tek söz etmezler. Sorunun yanıtını, Kanunî anca o zaman anlar. Kızıl Elma, -Yüce Tanrı’nın izniyle- Türk’ün ulaşmak istediği hedeftir. Bu bazen Kudüs olmuştur, bazen İstanbul; bazen Roma, bazen Viyana… Şimdilerde de Halep, Musul yahut Kerkük!.. Hem Başbuğ Attila’nın da dediği gibi ülke sınırlarında sorun varsa, bunu gidermenin en iyi yolu, ülke sınırlarını genişletmek değil midir zaten?!.
Kısacası “Kızıl Elma (Alma)” her derde, deva… Baş ağrısına, yürek yangısına!..
Aziz Dolu Atabey