Necip Hacı Fazıl
Dobruca Türklerinin önemli şahsiyetlerinden biridir. 1906’da Azaplar köyünde doğdu. Mecidiye Müslüman Semineri’ni bitirdi. Müstecip Fazıl’ın (Ülküsal) kardeşidir. Emel dergisinde şiir ve yazıları yayımlandı. Hayatı boyunca Dobruca Türklerinin millî kültür ve şuurunu canlandırmak için çalıştı. Emel dergisinin çıkarılmasında büyük emeği geçti. Bu dergide sosyal ve tarihî olaylarla ilgili makalelerinin yanında, şiirler, Kırım Tatarlarıyla ilgili folklor derlemeleri, “Cavşılık”, “Can Fidanlarga” adlı piyesleri, Kırım Türkülerinden oluşan bir opereti yayımlandı. Kırım Tatarlarının 1944’teki sürgünü sırasında, bazı muhacirleri Dobruca’ya yerleştirmeye çalışması sebebiyle diğer Emel’cilerle birlikte 1948 yılında tutuklandı. Aynı yıl 22 Ekim 1948’de şehit edildi.
NECİP HACI FAZIL’IN ŞEHADETİ
1947 yılının sonlarında Necip, Ruslar tarafından arandığını öğrendi. Sapa köylerde saklanmaya başladı, güvendiği adamı, köydeşi Eyüpün yardımıyla, kırlardaki samanlıklarda geceliyordu. Böylesine müşkül bir durumda bile Dobrucada bulunan Kırımlılara köy hocaları eliyle yardımlarını gönderiyordu. Dobrucadakiler olsun, Türkiyedekiler olsun, arkadaşları yurt dışına kaçması için ona telkinlerde bulundular. Namuslu adamın cevabı şu oldu:
Bu zor yıllarda, ağabeyim (Müstecib H. Fazıl – Ülküsal) Türkiyeye gitmiş bulunurken, onun yokluğunda ben halkımı terk edemem!
Hatırlıyorum, onun Türkiyeye kaçıp kurtulmasını isteyenlerin mektuplarını getirenler Köstence limanına gemileriyle gelen türk gemicilerdi. Bu gemilerden birine binip gitmesi için babama da (Şuayip Veli hoca) teklifte bulunmuşlardı. Çocukları ve yaşlı bir babası olduğunu öne sürerek o da kabul etmemişti. Bir tek avukat Hamdi Nusret Türkiyeye kaçıp kurtulabilmişti.
Necip, Emel mecmuasının matbaasını Türkiyedeki ağabeyine, köylerde ve ücra yerlerde saklanıp yaşadığı bu dönemde göndermişti. Azaplardaki evine, kendilerine her türlü hak ve salahiyeti vererek Gazi adında bir tatar ailesini yerleştirmişti. Bu insanlar güvenini boşa çıkarmadılar.
17 Ekim 1948 günü Necip bir arkadaşı tarafından bazı evrak işini açıklığa kavuşturmak için bir randevuya, yada başka bir rivayete göre, bir Kırımlı ile buluşmaya davet edilmişti. (O her şeyi uluorta konuşamazdı). Yolda, Köstencenin merkezi sokaklarından birisinde, güpegündüz, sivil giyinmiş polisler tarafından durdurulup bir siyah arabaya bindirilir. Bu onun umum içinde son görünmesi olmuştur.
O andan sonra ondan hiçbir haber alınamadı. Tutuklandığı haberinin henüz çevrede yayılmasına bile vakit kalmadan, beş gün sonra ailesine, gelip onu morgtan almaları Emniyet tarafından tebliğ edildiğinde, onun artık ölmüş olduğu öğrenildi! Tutuklanması ve ani ölümü Tatarların, özellikle de aydınların yüreğinde büyük bir korku yarattı. En yakın akrabaları Mendu Memet, Tevfik İslam ve Abdula Veli Şuaip rahmetlinin naşını morgtan alarak ablası Salihanın evine, oradan da aynı günün gecesinde Azaplara götürdüler.
Komünist sistemde olağanüstü olayların karşısında insanın ilk kapıldığı duygu korkudur. Perişan bir vücudun bütün sinir liflerini titreten, buz okyanusları ile boy ölçüşen muazzam bir irsı korku! Eski dostlarında yada uzak akrabalarından hiçbirisi koşup gelmedi. Bu tabii bir şeydi, onun ölümü özgürlüğün ölümü demekti.
Yeğeni Lamia ölüm haberini akrabalara ulaştırdı. Kamyon büyük şehidin naşını onun doğduğu köye alıp vardığı vakit, halktan insanlar gerçek gözyaşları dökerek onu karşılayıp aldı. Bugün bile, aradan 54 yıl geçtiği halde, (2002 yılında), anamın, babamın o ağlamalarını unutamıyorum. Sadece bir şehidin ardından değil, bir emelin ölümü için, insanın içini parçalayan bir ağlama idi.
Derin bir sessizlik içinde ceset Müslüman cenaze töresine göre yıkanırken, orada bulunanlar gördükleri işkence izlerini birbirlerine fısıldaşıyordu: İki ayak bileklerinde iki derin delik, kollarında yukarıdan aşağıya kadar zincir izleri, alnında yine zincirlerin açtığı uzun, kanlı yaralar; boyun derisi simsiyahtı ve hafifçe ısırılmış dili ağzından dışarı sarkıyordu
Vücudunu yıkayan üç hoca dehşet içinde kalmıştı, dilindeki ısırık izi korkunç işkenceler altında onun sorgulama sırasındaki suskunluğunun delili idi. Bu büyük insan, tarihin bir kavşağında, hayatının, mücadelelerinin ve ölümünün büyük sırlarını kendisiyle birlikte öbür dünyaya götürmüştü!
Eşi, Sultan hanım, 14 yaşındaki kızı Süyüm, 12 yaşındaki oğlu Bora, yanlarındaki Saliha halaları ve Seyfettin amcaları milletlerinin başına yağan büyük acılardan kendi paylarına düşenin altında zari zari ağlıyorlardı!
Defin merasimi Müslüman töresine uygun olarak, sessizlik içinde yapıldı. Necip ebedi istirahatgahına, doğduğu köyün mütevazı tatar mezarlığında, babası ve anası Hacı Fazıl ile Şerifenin yanına yatırıldı. Halk efsanesi onu ölümsüzler saflarına yerleştirdi. Öldüğü günün gecesinde halk, onu yıkadıkları gusülhanenin içinde çıkan bir nurun köy içinden geçip mezarlığa kadar uzandığını gördü
Kırk gün, kırkıncı gün mevlidine kadar, şehidin bu nuru her gece ayan beyan görüldü durdu
Yiğit insan artık yoktu, fakat ölmemişti, ebediyete kadar yaşayacaktı!