KIRIM TATARLARININ GÖÇÜ
Kırım Tatarları, bölgeye 1000 ile 1300 yılları arasında çeşitli fetih dalgalarıyla gelmiş Türk kökenli budunların soyundan inme sayılır.
Kırımlılar, aslında geniş ölçüde kendi öz Hanlarına bağımlı olmakla birlikte, 15. yüzyıl sonlarından başlayarak, Osmanlı Sultanının sözde egemenliği altındaydılar. Kırım Hanları, gerek kendi başlarına, gerek Osmanlıların bağlaşıkları ya da bağımlıları olarak, Rus Çarlarına karşı savaştılar. Rusların gücü arttıkça, Tatarların gücü buna koşut olarak azaldı. Asıl Kırım Yarımadasının kuzeybatı yanındaki Yedisan bölgesinin Nogay Tatarlarını Kırım Hanının bağımlısı olmaktan caydırmayı 1770 yılında becerdikten sonra, Ruslar, 1771 yılında Kırımı istilâ ettiler ve Kırımlıları Rus bağımlılığına girmek zorunda bıraktılar; 1774 yılındaki Küçük Kaynarca antlaşmasıyla, Osmanlılar, Kırım üzerinde egemenliği yitirdikleri gerçeğini kabul ettiler ve orada, ülkesi küçültülmüş, Rusların onaylayacağı bir Han’ın yönetimi altında bağımsız bir devletin varlığını tanıdılar. Ruslar, Osmanlı imparatorluğu ülkelerinden gelme Hıristiyanları, kendilerinin vaktiyle Kırım Hanlığı ülkesi iken zapt etmiş bulundukları arazilere yerleştirmeye başladılar. Bu yeni yerleşimciler aslında Ruslarca örgütlenmiş askerî birlikler idi [Bizans’ın ve Osmanlının tımarlı sipahi düzenine benzer bir düzen kurulmuştu]. Tatarlar Rusların başa geçirdiği yeni Han’a karşı ayaklandıklarında, bu yeni Rus güçleri Tatarlara saldırdılar, Kefe’yi ve diğer Kırım kentlerini yaktılar, bu kentlerdeki yüzlerce ayaklanmış Tatarı, eşleriyle ve çocuklarıyla birlikte, kıyımdan geçirdiler. Kaçabilenler dağlarda sürek avı yürütülürcesine izlendi ve oralarda öldürüldü. Kırım’ın bağımsızlığı ancak 1783’e kadar sürebildi; o yıl, daha ilerilere uzanan Rus istilâlarının ardından, Çariçe Büyük Katerina, Kırım’ın Ruslarca kendi ülkelerine katıldığını ilân etti.
Rus egemenliğinden kaçmak arzusuyla, Kırım’dan ve bitişik bölgelerden Osmanlı imparatorluğu ülkesine doğru Tatar göçü, 1772’de başladı. Sayıları belki 100.000’i bulan bu ilk göçmenler hakkında pek az şey biliniyor. Keza, onları kaçmak zorunda bırakan Rus baskılarının niteliği hakkında pek az şey biliniyor. Ancak, gidenlerden çok daha fazlasının yerli yerinde kaldığı bilinmektedir. 19. yüzyılın başlarında, Kırım ve Nogay Tatarları, kendi ata ocaklarında baskın sayıdaki nüfus öğesi olarak kalmışlardı. Daha sonra, geride kalmış Tatarlar da yurtlarından göç etmeğe zorlandılar. Mark Pinson, saptadığı bir olaydan yola çıkarak, Tatarları göçe zorlayan baskının ağırlıklı kaynağının yönetimden gelen baskı olduğunu, inandırıcı biçimde, savunmaktadır. Gerek “yasal” olan gerek olmayan yollardan, Rus arazi sahipleri ve yönetim görevlileri Tatarlara ait pek geniş mülkleri zapt ettiler. Tatar köylüler, sürekli olarak, atadan kalma arazilerinden atıldılar. Dahası; yeni efendilerinin arazilerinde çalışmak üzere geride kalan Tatarlara, ek vergiler, mallarının elinden alınması ve ücretsiz çalışmaya zorlanma gibi uygulamalar musallat edildi. Rus hükümeti, sürekli olarak Tatarlardan alınan vergileri arttırdı durdu; yöneticiler, kendi ceplerine atmak üzere, yasa dışı ek vergiler de topladılar. Rus yönetiminin tırtıklamalarına ek olarak, ordu dahi onların sırtından geçinme uygulamalarını âdet edinmişti. Örneğin, 1828–29 Rus-Türk savaşından sonra tam mevcutlu bir Kazak ordusu Kırım kıyısına yerleştirildi ve yöredeki Tatar köylerini talan etmeğe koyuldu.
1854-56’daki Kırım Savaşı, Tatarların durumunu, çıbanın patlama olgunluğu aşamasına getirdi. Rus hükümeti, güçlü olasılıkla doğru bir yargıyla, Tatarların eğiliminin Rusya’dan yana olmaktan çok daha fazla, Osmanlılardan ve onların İngiliz, Fransız bağlaşıklarından yana olduğunu varsaydı. Bir ayaklanmaya karşı önlem olmak üzere, Ruslar, Tatarların arasına ordu birlikleri gönderdiler. Kazaklar ve diğer askerler, Tatar köylerini talan ettiler, bunları yakma yıkma tehditleri savurdular. Çok insan öldürüldü ya da kaçmak zorunda bırakıldı. Bilinmeyen sayıda insan, Rusya’nın iç bölgelerine sürgün edildi. Olaylara tanık olmuş bir Rus Generali şunları yazmıştı:
“Savaşın başlangıcından sonuna kadar, Kazaklar, Kırımlıların köyleri arasında devriye gezdiler, hep Kırımlıları düşmana yardımcı olmakla suçladılar, onları tutukladılar ve kendilerine haraç ödenmesi üzerine serbest bıraktılar, kimini de öldürdüler yahut yerinden yurdundan kaçırdılar.”
Aslında, Kırım Tatarlarının, Kırım Savaşı sırasında bağlaşıklara ettiği yardım, olabilecek en düşük düzeyde idi. Tatarlar tümüyle silâhsızlandırılmış bir halk idiler ve etkin bir ayaklanmaya girişmek umutlan yoktu. Böyle iken, savaştan hemen sonra, Rus hükümeti orada Tatar varlığını istemediğini açığa vurdu. 1856’da Çar Alexandr, “Tatarların göç etmesinin kolaylaştırılmasını” buyurdu. Günümüzde psikolojik baskı olarak adlandırılacak türden pek çok baskı, Tatarlara uygulandı: Hıristiyanlığı yayma derneklerinin oluşturulması, kuzey illerine yığınsal sürgün uygulamalarına girişileceği dedikodularının yayılması, eğitimde ve yönetim işlerinde kullanılan dilde “Ruslaştırma” ve benzerleri. Daha da somut eylemler olarak, Tatar topraklarına yeni vergiler yüklendi, daha çok arazi sahiplerinin elinden alındı ve daha çok Tatar ülkeden ayrılmak zorunda bırakıldı. Kırım Tatarları için en uğursuz gelecek göstergesi, Kırım kuzeyindeki ve batısındaki ülkelerinden ayrılmak zorunda bırakılmış olan ve Osmanlı imparatorluğunun liman kentlerine [yürüyerek] giderken Kırım ülkesini bir uçtan öteki uca geçen onbinlerce Nogay Tatarının Kırım’da görülmesi oldu. Nogaylara, ya Rusya’nın başka bölümlerinde daha az istenebilir nitelikte bölgelere göçmek için kendi yurtlarını terk etmek, ya da Osmanlı imparatorluğuna göçmek seçeneği verilmişti. Böyle olunca, onların kardeş halkı Kırım Tatarları, ancak, kendilerine de az sonra sıranın gelmesini bekleyebilirlerdi.
Nogay Tatarlarının göçü 1860’lı yıllar boyunca sürdü. Kırım Tatarlarından da bu göçe katılanlar oldu. Göçmenler, onları karşılamak için hiç de hazırlıklı olmayan bir Osmanlı imparatorluğuna geldiler. Kırımlıların yığınsal göçünü gözlemlemiş kişiler, [Osmanlıda, bu kişileri ülke içinde uygun yerlere aktarıp yerleştirmek için] yeterince para, yeterince çadır, yeterince yiyecek ve yeterince ulaşım aracı bulunmadığını belirtiyorlar. Çok sıkışık yaşam düzeninin bulunduğu göçmen kamplarında, sağlık koşulları, ağlanacak durumdaydı. Sürgün edilmiş Tatarların toplanma ve geçici olarak yerleştirilme merkezlerinden biri olan [Dobruca bölgesindeki, şimdi Medgidia denen] Mecidiye’de, belki günde 50–60 arasında insan ölüp gidiyordu, göçmenlerin geldiği diğer bölgelerdeki durum da aynı idi. Kırım, artık bir Müslüman ülkesi değildi. En azından 300.000 Tatar, topraklarını Slav’lar ve diğer Hıristiyanlar tarafından işgal edilmek üzere bırakarak, göç etmişlerdi. Oradan ayrılmayan az sayıdaki Tatar kalıntısı, 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar, yani Stalin’in geri kalmış olanların tümünü sürme yoluyla Kırım’da Tatar varlığına son verişine kadar, ata yurdunda kaldı.
İnanılmaz şey; çok ağır çileler çekmiş olmalarına rağmen, Tatarlar, Ruslar tarafından yurtlarından göç etmek zorunda bırakılmış Müslüman halklar arasında [gurbette] en çok başarı göstereni oldular. Ruslar ise, Tatarlara karşı başlattıklarını, çok daha azgın bir zulümle, Kafkasya’da ve Balkanlarda uygulamayı sürdürdüler. Tatarları yurtlarından kaçmak zorunda bırakmak amacıyla, yönetimsel baskı, haksızlık etme yöntemleri ve zaman zaman kaba güç kullanılmıştı. Silâhsız, savunmasız olan ve dinleri, kültürleri, yaşamları yok edilecek diye korkmak için haklı nedenleri bulunan Tatarlar, kaçıp gittiler. Rusların bu insanların sırtına süngü dayayıp onları ittirmesi pek görülmedi; buna gereklilik yoktu. Ancak, sonra Kafkasya’da gerçekleşen olayların kanıtladığı üzere, Tatarların, süngüler hazırdır ve [Ruslarca] gereklilik görülürse kullanılacaktır hesabını yapmış olmaları, pek haklı idi.
BUNLARI İZLEYEN SAVAŞLAR VE SÜRÜLMELER
Rus yöneticiler, sürgüne gönderme politikasına, Kırım uygulaması ile başladılar. 19. yüzyıl ortasında, kimi, bu politikaya, Rus egemenliği altında yaşayan Müslümanların varlığı sorununa kesin çözüm getirecek bir çare olarak ve ayrıca, pek açık olan ekonomik ve stratejik nedenlerle, sarıldı. Diğerleri [başka bazı yöneticiler] ise, özellikle Kırım yöresinin asıl tarımsal üretim öğesinin [tarım emekçileri kitlesinin] ayrılıp gidişini izleyen, kısa vadede gerçekleşmiş ekonomik kayıp yüzünden, bu uygulamayı yerinde bulmak konusunda duraksamada idiler. Bununla birlikte, Tatar göçünden sonra, bu eksilmenin çaresine bakıldı ve Kırım toprakları, Slav ülkesi Rusya’nın, [gerçekleştirdiği tarımsal üretim açısından] değerli bir parçası oldu, çünkü çok geniş arazi parçaları Rus soylularınca alınmıştı [ve işletilmesine girişilmişti]. Rus politikasını belirleyenler, bundan, gelecekte izleyecekleri tutum konusunda ders çıkardılar. Sonraki yıllarda Kafkasya’da gerçekleştirilen fetihlerde, yerli halkın zorla yurdundan sürülmesi, Rus politikasının etkili bir aracı oldu. Kırım Tatarlarının tersine, bu Müslümanlar, ağırlıklı olarak yönetim örgütünce uygulanan baskıdan ibaret kalacak bir nedenle yurtlarından ayrılmağa niyetli değillerdi; onlara karşı uygulanan baskı araçları çok daha zorbaca oldu: kıyımdan geçirme, talan etme, evlerin ve köylerin yakılıp yıkılması.
Ulusçuluğun ve emperyalizmin Balkanlar’da, Anadolu’da ve Kafkasya’da Müslümanların yok olup gitmesine yol açmış aracı, savaş idi. Bunların bir tek istisna ile tümü, Rus imparatorluğuyla girişilmiş savaşlardı ve sonuncusu dışında tüm savaşlarda Müslümanlar yenilmişlerdi. Batıdaki savaşlar, 1821 Yunan ayaklanması ve 1828–29 Rus-Türk savaşı ile başladı. 1853–56 Kırım Savaşı ile 1877–78 Rus-Türk Savaşı ile arkasından 1912–13 Balkan Savaşları ile süregitti. Doğudaki savaşlar, 1827-29’daki Rus-İran ve Rus-Türk Savaşları ile başladı; sonra Kırım Savaşı, 1877–78 Savaşı ve I.Dünya Savaşı yapıldı. Bu savaşların sonucunda gerçekleşen, Müslümanların kitle hâlinde sürülmelerine ek olarak, Ruslar, 1860’larda Kafkasyalı Müslümanlarla çarpıştılar ve onları yurtlarından sürdüler. Savaşların sonuncusu, 1919-23’de yapılan Türk Kurtuluş Savaşı, Müslümanların kazandığı tek savaş oldu.
19. ve 20. yüzyıl savaşlarının tümünde Müslümanlar kıyımdan geçirildiler ve yerlerini yurtlarını bırakıp gitmeğe zorlandılar. Müslümanlardan milyonlarcası öldü ve milyonlarcası yurdundan sürüldü. Savaşların her biri diğerlerine göre bir hayli farklı idi, ama bunların Müslümanlar üzerindeki etkisi hep aynı kaldı: onlar, pek büyük sayılarla, öldürüldüler ya da yurtlarından uzağa sürüldüler. Osmanlı yenilgileri yalnız askerî ve siyasal birer olgu niteliğiyle kalmıyordu; bunlar, kitlesel nüfus hareketlerinin ve çok yüksek sayıda ölümlerin nedeni idi. Gerçekleşen süreçte ölümler sadece Müslümanların ölümlerinden ibaret olmamıştı ama ölmüş Yunanlıların, Bulgarların ya da Ermenilerin sayısı, ölen Türklerin sayısı karşısında pek küçük oranda kalıyordu. Balkanlar’ın, Anadolu’nun ve Kafkasya’nın tüm halkları için 19. ve 20. yüzyıllar, bir dehşet dönemi olmuştur. Bütün topluluklar savaşın, açlığın ve savaş zamanında patlak veren [dizanteri, tifüs gibi] hastalıkların, ayrıca, yenilen yan için kendini gösteren, yurdunu bırakıp gurbete göçme zorunluluğunun dehşetlerinden nasibini aldı.
Justin McCharty: Ölüm ve Sürgün
Çeviren:Bilge UMAR Sayfa:14-20 İnkılap Yayınları İstanbul 1998