Avrupa Türklerinin Tarihî Köklerine Bakış – Uğur UTKAN
Avrupa Türklerinin Tarihî Köklerine Bakış
Türklerin Avrupa’ya ilk geçişi, Büyük Hun İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra Çin esaretine girmek istemeyen Türk boylarının batıya doğru göç etmeleriyle mümkün olmuştur. Türklerin akınlar halinde Avrupa’ya girdiğini gören Avrupa kavimleri yer değiştirmeye başlamış ve gerek devletler ve ülkeler bakımından, gerekse dini ritüel, töre, kılık kıyafet ve savaş kuralları, taktikleri olarak yaşanan etkileşim bakımından bir nevi bugünkü Avrupa’nın temelleri atılmıştır. Ayrıca bu göçler ve yer değiştirmeler sonucu toprakları akınlara maruz kalan Roma İmparatorluğu ikiye ayrılmış ve devam eden bu akınlarla bir süre sonra Batı Roma İmparatorluğu yıkılmıştır. 375’te vuku bulan ve ilerleyen yıllarda da süren tüm bu olaylar silsilesi, tarihe ‘‘Kavimler Göçü’’ olarak geçmiştir. Kavimler Göçü sonucu da Avrupa’da ilk Türk devleti olan Batı Hun İmparatorluğu kurulmuştur.
Türklerin Anadolu üzerinden Balkanlar’a, dolayısıyla Avrupa’ya geçişi ise 1263 yılında Sarı Saltuk’la başlamıştır. 1354 yılı Türklerin Anadolu üzerinden Rumeli’ye, dolayısıyla Avrupa’ya geçişinin on dokuzuncusudur.
Bununla birlikte Türk olmamalarına rağmen kendini Türk gibi görüp hisseden veyahut Türk olarak nitelendirilen kitleler de bulunmaktadır.
Bugün halihazırda Avrupa’da yaşayan Türkler farklı kategorilere ayrılmaktadır:
1)Avrupa’daki Gurbetçi Türkler:
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ülkeleri yabancı işgücü almaya başladı. 1950’lerde özel aracılarla bireysel girişimciler Avrupa’ya gitti. 1957’de Türkiye’den ilk stajyer kafile 10 kişiydi.
1960’larda ismen çağırma sistemiyle Avrupa’ya gidenler için ikili anlaşmalar yapıldı. 31 Ekim 1961’de Almanya, 1964’te Avusturya, Belçika, Hollanda, 1965’te Fransa, 1967’de İsveç ile Türkiye arasında işgücü anlaşmaları imzalandı.
Türk işçileri konuk işçi (Gastarbeiter) sıfatıyla ve sadece erkekler kaydıyla alınıyordu. Dönüşüm ilkesine (rotation) göre işçiler bir yıl sonra ülkelerine döneceklerdi. Ama kimse dönmedi.
İlk gidenler, birinci kuşak, heim’larda yani yurtlarda kaldı. Ağır, kimsenin çalışmadığı işlerde çalıştılar, aileler parçalandı.
1966-67’deki krizde 70.000 işçi işten çıkarıldığında bunların çoğu yurda dönmedi, Hollanda ve Belçika’ya gitti.
1970’lerde işçiler, konukluktan kalıcılığa yöneldiler. Sosyal haklar elde ettiler, dernekleştiler. Ancak 1973 krizinde işçi alımları durduruldu, çalışanlar yurtlarına dönmeye özendirildi. 1973’te 100.000 işçi yurt dışına gitmişti, 1974’te bu 640 kişiye düştü. Sırada bekletilen 1 milyon kişi vardı. Ancak işçi göçü, turist pasaportuyla ve siyasi iltica talebiyle devam etti. Siyasi sığınmacılar 1976’da 800 civarındayken, 1980 askerî darbesinden sonra 57.913’e çıktı. Bunlara af çıkarıldı. Ailelerin getirilmesiyle, eş ve çocuklar hakkındaki özendirici yasalarla nüfus arttı. Oturma ve çalışma izni aldılar.
1980’lerde artık kalıcı olanlar, çalışma problemlerinden sonra kimlik, dil, eğitim, uyum sorunlarıyla da karşılaştılar. Zaten Avrupa’da yaşayan Türk vatandaşları Avrupalılık kimliğiyle tam uyum sağlamış sayılmadıkları gibi Avrupalılık tarifinde bir anlaşma da sağlanamıyordu.
Türk işçiler, Türk kimlikleriyle bu sürece katılıyorlar. Üstelik Avrupa’da yaşayan Türk vatandaşlarının sorunları sadece bütünleşme de değil. Hâlâ birçoğu dönecekmiş gibi çalışmakta, hâlâ birçoğu kiracı. Birinci kuşak yaşlanmış ve yoksullaşmış. Yabancı dil ve eğitim sorunları, Avrupa’nın hem dini yaşayışına hem seküler yaşayışına uyumsuzluk devam ediyor. Bugün çokkültürlülük ve ulus ötesi yurttaşlık kavramları Avrupa’daki medyada tartışılan konular olsa da, birkaç kişi yerel siyasi kurumlara seçiliyor, hatta milletvekili olanlar bile var, ancak kütlesel olarak kültürel dışlanmışlık hâkim.
Bugün genel olarak Avrupa’da yükselen İslam fobisi, Hristiyan Avrupa’da Türklerin istenmediğine dair kanaatleri pekiştiriyor. Bir yandan köktencilik, bir yandan ırkçılık, bir yandan İslam düşmanlığı ile karşı karşıya kalıyor Avrupalı Türkler.
Almanya’daki Türkler
Almanya’daki Türkler, Türkiye’den Almanya’ya göçüp yerleşmiş ve Almanya’da doğan Türkler olup literatürde ‘‘Almancılar’’ olarak da nitelendirilmişlerdir.
Almanya’ya giden ilk Türkler, Osmanlı Devleti’nin meslek eğitimi için yolladığı ve Alman sanayisinde eğitim gören ve özellikle savunma sanayisinde çalışmış olan Türklerdir.
1959’da Türk Alman Ekonomik İlişkilerini Araştırma Enstitüsü kuruldu. Almanya İş ve İşçi Bulma Kurumu, Türkiye Cumhuriyeti Çalışma Bakanlığı ve Alman irtibat büroları vasıtasıyla ülkeler arasında anlaşmalarla işgücü hareketleri bir sisteme bağlandı.
1960’larda iş gücüne ihtiyaç duyan Almanya, daha önce İtalya, İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi ülkelere kapılarını açmış ve sonunda Türkiye’deki insanlara da göç imkânı tanımıştır. Esas olarak bu göçmenlerin Almanya’daki maddi durumları Türkiye’dekilere göre daha iyi bir konumdaydı. Amaçları çalışıp, para biriktirerek Türkiye’ye kısa bir süre içinde geri dönmek olan bu grubun çok az bir kısmı Türkiye’ye geri dönmüştür. Büyük çoğunluğu ailelerini Türkiye’den getirterek Almanya’da yaşamaya devam etmişlerdir. Ancak Almanya 1973’te göçmenlere kapılarını kapatmıştır. Buna rağmen Türkler, yasa dışı yollardan sığınma amacıyla ülkeye giriş yapmaya devam etmişlerdir. 1980’de Türkiye’ye geri dönmeleri amacıyla yapılan mali yardımlar da bir sonuç getirmemiş, göç sürmüştür. Almanya’daki göç sorununun en büyük sebebi olarak, Almanya’nın ABD ve Avustralya’nın aksine kendisini bir “göç ülkesi” olarak görmemesi ve de uyum için gerekli önlemleri başından almaması gösterilmektedir.
Türkiye’den göç eden göçmenler Almanya’da kendilerini birçok alanda göstermiş, özellikle kültür ve ekonomi alanlarında etkin olmuşlardır. Anayurtlarına olan bağlarını Türkiye’ye yaptıkları yıllık tatillerle koparmamışlardır. Türk basınını ise gerek televizyondan gerekse gazetelerden izlemekte olup, birçoğu, Hristiyan değerlerin hakim olduğu Almanya’da, İslamî değerlere göre yaşamayı sürdürmektedir.
Almanya Türklerinin 1960 ve sonrasında iş bulmak amacıyla gittikleri Almanya’da günümüze dek sayıları katlanarak artmış ve şu anda 3. nesle ulaşmıştır. Almanya Türkleri heterojen bir gruptur. Türk Devleti bütün vatandaşlarını Türk olarak tanımladığı için, bu tanım içinde bazı farklı etnik kimlikleri de barındırır. Ancak bu grubun hemen hemen hepsi Türkçeyi ana dil olarak konuşur. Almanya’da, Kıbrıs, Suriye ve Balkanlar’dan giden, bu ülkelerin vatandaşlığında olan Türk kökenliler de bulunur.
1974 senesinde Almanya’nın petrol krizinden sonra getirilen göçme yasağından sonra, Türk vatandaşları evlenme, aile birleşimi, kaçak veya ilticai sebeplerle yine de bir yollarını bulup gelmişlerdir. Alman devleti bunu takip eden senelerde, yeniden düzenlenen iltica, göçmen ve vatandaşlık yasaları ile bu akımı engellemek için yasal baraj koymaya çalışmıştır. İltica etmek isteyenlerin baş listesini bugüne kadar Türk vatandaşları çekmektedir.
1990’larda Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra 1991’de Yabancılar Yasası Almanya’da kabul edildi. İşten çıkarmalar, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve şiddet artmaya başladı. Sosyal haklar yanında, siyasal haklar ve çifte vatandaşlık tartışılmaya başlandı.
23 Kasım 1992 tarihinde Mölln’de (Mordanschlag von Mölln) ve 29 Mayıs 1993 tarihinde Solingen’de (Solingen Faciası) bu gruba karşı ırkçı saldırları düzenlendi, bu olaylarda 8 kişi öldürüldü.
Federal Almanya İstatistik Dairesinin 2002 sayılarına göre, Almanya’da yaşamakta olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sayısı 1.912.200 olarak verilmektedir. Bu sayılara 2002 sonuna kadar Alman vatandaşlığına geçmiş olan toplam 565.766 kişiyi de eklemek gereklidir. Bu durumda Almanya’daki Türk nüfusunun 2.477.966, buna istatiki bilgilerin güncel olmadığından yola çıkarak tahmini 100.000 daha eklersek, 2,5 milyondan fazla olduğu söylenebilir.
Almanya’ya ilk gittiklerinde ‘misafir işçi’ olarak adlandırılmışlarsa da, bu ülkede geçici olmadıklarını söylemek mümkündür. Bugüne kadar 620 bin Türk vatandaşı (Alman İstatistikler Dairesi) Alman vatandaşı statüsündedir. Alman vatandaşlığına geçiş ile Baden-Württemberg eyaleti “vicdani test” yasasını 1 Ocak 2006’da yürürlüğe koydu.
Bugün Türk kimlikleriyle toplumsal sürece entegre olan Türk işçileri için Almanlar; Paralellgesellschaft, yani paralel toplum diyor. Türkler Almanya’da hemen hemen her önemli şehirde yoğun bir şekilde yaşamakla birlikte, sanayi merkezlerinde sayıları daha yoğundur. Frankfurt, Berlin, Köln, Hamburg, Düsseldorf, Stuttgart ve Münih Türk azınlığın yaşadığı Almanya şehirlerinin başlıcalarıdır.
Fransa’daki Türkler
İlk Türkler, 16.ve 17. yüzyıllarda Fransa’ya Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelen kürekçi ve tüccarlar olarak yerleşti; tarihçi Ina Baghdiantz McCabe, bu süre zarfında Marsilya’yı “Türk şehri” olarak nitelendirdi.
Fransa, 8 Mayıs 1965’te Türkiye ile ikili bir işçi işe alım anlaşması imzaladı çünkü İtalya, İspanya ve Portekiz gibi diğer ülkelerden gelen başvuru sayısı yeterli değildi. 1975 yılına gelindiğinde Fransa’da yaşayan 55.710 Türk işçi vardı, bu sayı 1999’da neredeyse dört katına çıkarak 198.000’e yükseldi. Türk göçmenlerin çoğunluğu Türkiye’nin kırsal bölgelerinden, özellikle de İç Anadolu Bölgesi’dan geldi. Türk göçmenlerin çoğunluğu anlaşma sırasında gelirken, birçoğu da daha erken geldi. Örneğin, göç dalgalarının daha az olduğu bölgelerde bile, Cholet 1945’ten beri yerleşik bir Türk topluluğuna sahipti.
Hollanda’daki Türkler
Türkler, Hollanda’daki en büyük etnik azınlık grubunu oluştururlar. Hollandalı Türklerin çoğunluğu Türkiye Cumhuriyeti’nden gelmektedir; ancak, Türk azınlıklardan Osmanlı sonrası modern ulus devletlerden Hollanda’ya da göç olmuştur. Özellikle etnik Türk toplulukları, Balkanlar’dan (örneğin Bulgaristan, Yunanistan, Kosova, Kuzey Makedonya ve Romanya), Kıbrıs adasından ve Levant’ın diğer bölgelerinden (özellikle Irak) Hollanda’ya gelmiştir. Daha yakın zamanlarda, Avrupa göçmen krizi sırasında, Suriye ve Kosova’dan Türk azınlıklar da Hollanda’ya geldi. Ayrıca Türk diasporasından Hollanda’ya göç olmuştur; çok sayıda Türk-Belçikalı ve Türk-Alman vatandaşı Belçikalı ve Alman vatandaşı olarak Hollanda’ya geldi.
Hollanda’daki yabancılar Felemenkçe olarak öncelikle yabancı misafir işçi (Gastarbeider) olarak adlandırılmışlardır. Hollanda toplumu, Hollanda’ya işçi alımı ile gelen insanları sadece iş için gelen misafirler olarak görmüşlerdir. Bugün küreselleşmenin etkisiyle ve de buna bağlı olarak sosyal anlayışın gelişmesiyle “yabancı uyruklu” (Allochtoon) veya “Türk Hollandalılar” (Turkse Nederlanders) olarak adlandırılmaktadırlar.
1960 ve sonrasında iş bulmak amacıyla Hollanda’ya giden Türklerin sayıları günümüze dek katlanarak artmış ve şu anda Hollanda Türkleri 3. nesle ulaşmıştır. Hollanda Türkleri heterojen bir gruptur. Türk Devleti bütün vatandaşlarını Türk olarak tanımladığı için, bu tanım içinde bazı farklı etnik kimlikleri de barındırır. Ancak bu grubun hemen hemen hepsi Türkçeyi ana dil olarak konuşur. Hollanda’da, Kıbrıs, Irak, Suriye, Azerbaycan ve Balkanlar’dan giden, bu ülkelerin vatandaşlığında olan Türk kökenliler de bulunur.
Resmî veriye göre 1 Ocak 2020 tarihi itibarıyla Hollanda’da 416.864 Türk asıllı Hollanda vatandaşı yaşamaktadır.
Hollanda’da Türkler aktif siyasette büyük ölçüde yer almaktadır. 2017 Hollanda genel seçimlerinden beri mecliste 7 Türk kökenli milletvekilleri vardır: Tunahan Kuzu, Selçuk Öztürk (DENK), Nevin Özütok (Yeşiller), Dilan Yeşilgöz-Zegerius, Sadet Karabulut, Mahir Alkaya, Cem Laçin (Sosyalist Partisi). Sena-toda Türk asıllı vekil yoktur.
Hollanda Türkleri, Hollanda siyaseti, medyası, ticareti vs. üzerinde fazlaca etkiye sahiptir. Türkler, ülkede Çinlilerden sonra en fazla sayıda işyerine sahiptir.
Türkiye’nin Hollanda Türkleri üzerinde ciddi bir stratejisinin bulunduğu söylenemez. Düne kadar Hollanda Türkleri sadece işçi olarak görülmüş ve getirdikleri döviz üzerinde durulmuştur. Bu bağlamda işçiler kendi sorunlarını çözmek zorunda kalmışlar, daha doğrusu sorunları ile baş başa bırakılmışlardır. İşçi dövizleri uzun yıllar Türkiye’nin döviz ihtiyacını karşılamıştır.
Avusturya’daki Türkler
Türkler, Avusturya’daki en büyük etnik azınlık grubunu oluştururlar. Avusturya Türklerinin çoğunluğu Türkiye Cumhuriyeti soyundan gelmektedir ; ancak, Osmanlı sonrası diğer ülkelerden de önemli Türk göçü olmuştur.Avusturya’ya Balkanlar’dan (özellikle Bulgaristan, Yunanistan, Kosova, Kuzey Makedonya ve Romanya’dan), Kıbrıs adasından ve son zamanlarda Irak ve Suriye’den gelen etnik Türk topluluklarının da aralarında bulunduğu ülkelerdir.
Tarihte özellikle Viyana seferleri ile hatırlanan TürkiyeAvusturya arasındaki ilişkiler, 1964 yılında imzalanan işgücü anlaşması sonrasında yeni bir boyut kazanmıştır. Bugün daha ziyade Türkiye ile Avusturya arasındaki ilişkiler, Avusturya’da yaşayan Türk diasporası üzerinden, ekonomik ve ticari ilişkiler zemininde sürdürülmektedir.
Avusturya’da yaşayan Türkler, Avusturya ekonomisine çalışarak, ya da küçük ve orta büyüklü işletmeler boyutunda girişimci olarak katma değer kazandırmakta, toplumsal hayatın bütün alanlarında farklı kuşaklarıyla var olmaya ve geleceklerini burada aramaya devam etmektedirler.
Ekonomik nedenlerle Avusturya’ya 1960’lı yıllarda işçi göçü ile başlayan Türk göçmen hareketi, işçi alımlarının durdurulması sonrasında da aile birleşimi kanalıyla devam etmektedir. Avusturya İstatistik Kurumunun son yıllardaki verilerine göre Avusturya’daki Türkiye kökenli Avusturya vatandaşlarının toplam sayısı her yıl artmaktadır, bununla beraber göreceli olarak göçmen statüsündeki Türk nüfusunun sayısı önemli ölçüde azalmaktadır. Çünkü zaman içerisinde bir çok Türkiye tandanslı göçmen vatandaşlık hakkı elde etmektedir.
İspanya’daki Türkler
İspanya Türklerin Avrupa’da en az göç ettiği ülkelerden biridir. İspanya’da yaşayan Türkler esas olarak Katalonya (özellikle Barselona)’da yaşamaktadır. Buranın ardından Madrid özyönetim bölgesinde ve Valensiya’da, (özellikle Alicante’de) yaşamaktadırlar. Ayrıca Endülüs bölgesinde ve Balear Adaları’nda yaşayan küçük gruplar da bulunmaktadır.
2)Evlad-ı Fatihan (Balkan Türkleri):
Osmanlı İmparatorluğu’nda Balkanlar’ın fethine katılan beylerin, fatihlerin soyundan gelenlere Evlad-ı Fatihan denilmiştir. O dönemden bugüne kadar Balkan Türkleri için bu tabir de kullanılır.
Evlad-ı Fatihan tamlaması Fatihlerin Soyu demektir.
Günümüzde çoğunlukla Makedonya, Kosova, Bulgaristan, Yunanistan, Bosna-Hersek ve Romanya’da olmak üzere toplamda 1.763.155 – 2.837.703 Türk yașamaktadır. Nüfusları kesin olarak hesaplanamamakla birlikte 1 milyona yakın olduğu Türk dernekleri tarafından hesaplanmaktadır.
1335 yılında Süleyman Gazi’nin Karesi beyi olması ile zamanının ünlü Kayı beyleri Hacı İlbey ve Gazi Evrenos Bey ile Trakya’nın fethini başlatan Osmanlı Türkleri tüm Trakya, Makedonya ve Bulgaristan’ı fethetmişlerdir. Buralara Anadolu’dan, Karadeniz’in kuzeyinden gelen Türkler yerleştirilmeye başlamıştır.
Klasik dönemde Osmanlı ordularının ilerlemelerine ön hazırlığı akıncılar yapıyorlar ve istihbarat sağlıyorlardı. Ordu seferberlik halinde yolu boyunca müttefik yerel beylerin askerleri ve sipahi yazılmış olanların katılımları ile toparlanıyordu. Tahrir defterlerinde Türkmen asıllı olup Rumeli’de yarı-göçebe bir hayat süren yörüklerin orduda yerleri özellikle tespit edilmişti. Bunlar merkezi kuvvetlerle dil ve din paydaşlığı yanında biniclik, atıcılık, avcılık, iz sürme gibi hasletleriyle ideal askerlerdi.
II. Viyana Kuşatması sonrasındaki Kutsal İttifak Savaşlarının döneminde klasik düzenin yozlaştığı, asker kaçaklarının arttığı görülmüş ve reforma gidilme ihtiyacı hissedilmiştir. İşte 1102 H. (1691 M.) senesinde çıkarılan bir hatt-ı hümayun ile yörük taifeleri, “Evlâd-ı Fâtihân” adı altında ve Rumeli’nin sağ, sol ve orta kolunda olmak üzere yeniden yazıldı. Bunlara seferberlik dönemlerindeki askeri mükellefiyetler karşılığında geniş vergi muafiyetleri tanınmaktaydı. Nitekim yazılan bir kanunnâme’de; “Yörük taifesi öteden beri Devlet-i Âliyyenin güzîde ve cengâver, itâatli, ferman dinleyen askerlerinden olup, eski seferlerde küffâr ile yapılan harplerde, kendilerinden iyice yararlık ve yüz aklıkları görüldüğünden, bu tâifeye Evlâd-ı Fâtihân adı verilmiştir” denilmektedir. Balkanlar’daki savaşlarda en çok kayıp veren Evlad-ı Fatihan askerleri olurdu.
Tanzimat devrinde Evlad-ı Fatihan muafiyetleri kaldırılarak diğer halk gibi bunlar da vergi ve askerlik mükellefiyetlerine tabi tutuldular. 1846 yılında Selanik müşirine yazılan bir emirle Evlad-ı Fatihan teşkilatı göreceli olarak ortadan kaldırılmış olmasına rağmen gönüllülük esasıyla 1923 yılına kadar fiilen devam etmiştir.
Teşkilatlanma tamamen eski Türk akıncı beylerinin Tımar esasına dayanmakta olup her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda aristokrasi olmadığı söylense de, eski bey soyundan gelenlerin liderliğinde eski tımar alanları (tımar köyleri) içerisinde, asker toplayarak gönüllülük esaslı bir teşkilatlanmadır. İkinci Balkan Savaşı’ndan sonra nüfus mübadelesine kadar sivil gruplar şeklinde işgale karşı direnişe devam etmişlerdir.
Evlad-ı Fatihan’ın yapısı, Balkanlar’da o dönemden beri yaşayan Türklerin nüfusudur. Bu nüfus yapısı tek tipte değildir. Balkanlar’da yaşayan Türklerin bir kısmı Anadolu’dan iskân politikası doğrultusunda göç eden Türklerden oluşur. Başka bir kısmı ise Balkanlar’da Osmanlı öncesinde var olan çeşitli Türk boylarının devamıdır.
Balkanlar’da, Osmanlı öncesi ve sonrası diye ayırabileceğimiz iki grup Türk unsur vardır. Bunlardan öncekiler; Konyar, Gacal, Kuman, Peçenek, Avar, Çitak ve Hristiyan Gagavuzlardır. Sonrakiler ise, Osmanlıların bizzat iskân ettikleri Yörükler, Avşar Türkmenleri ve Tatarlardır. Evlad-ı Fatihan da, işte bu ikinci gruba dahil olanlardır. Çünkü, Osmanlı’nın Balkanlar’daki askeri örgütlenmesi içinde yalnız onların yeri olmuştur. Osmanlı öncesinin dört grubundan Gagavuzlar hariç diğerleri, Yörük ve Tatarların Balkanlar’a gelmesinden sonra ve zaman içinde İslam olmakla, diğerlerine karışmışlardır. Kısaca, Balkan Türklerinin böyle karışık bir yapısı vardır. Anadolu’dan yoğun olarak Karamanoğulları Beyliği topraklarındaki Konyar Sarı Yörükler ve Avşarlar Balkanlar’a göç ettirilmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu idaresi, Karamanoğulları topraklarından göç ettirdiği Türkleri, Balkan topraklarına dağınık bir şekilde yerleştirmiştir. Böylece Anadolu’daki aşiretler arasında kan davası bitmiş ve Balkanlar Türkleştirilip İslamlaştırılmıştır.
1912-1913 yıllarında Balkan Savaşları’nın Osmanlı İmparatorluğu tarafından kaybedilmesi, bölgedeki Türkler açısından büyük sorunlara sebep olmuştur. Yüzlerce yıldır bölgede yaşayan Türk nüfusun büyük bir kısmı çeşitli dönemlerde Türkiye’ye ve az bir kısmı da Avrupa ülkelerine göç etmek mecburiyetinde kalmıştır. Bütün bu göç hareketlerinin yanında, bugün de Balkan topraklarının çeşitli kesimlerinde Türk nüfus mevcuttur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından mübâdeleler ile Türklerin bir kısmı Türkiye’ye göç etmiş olsa da, günümüzde halen Bulgaristan, Makedonya, Yunanistan, Kosova, Sırbistan’da Türk nüfusun yoğun olduğu yerleşimler vardır. Türkçe ve bulundukları ülkenin dillerini konuşmaktadırlar.
1989 yılında Bulgaristan’daki zorunlu isim değiştirme vb. baskılar sonucunda Türkler başta İstanbul, Bursa ve İzmir olmak üzere Türkiye’ye göç etmiş, politika değişiklikleri sonucu bu göçmenlerin bir kısmı Bulgaristan’a geri dönmüştür.
Hakeza bir diğer Balkan devleti olan Yunanistan bölgesinden Türk göçleri birkaç şekilde gelişmiş, bu göçler sonucunda bölgede bir zamanlar hatırı sayılır nüfus oranına sahip Türkler, günümüzde sadece Batı Trakya’da kalmıştır.
Batı Trakya’nın 1923 yılındaki nüfusu 191.699’dur. Batı Trakya nüfusunun 129.120’si Türk (%67), 33.910’u Yunan (%18), 28.669’u Bulgar, geri kalan nüfusunu ise Ermeni ve Yahudi topluluğu oluşturmaktaydı.
Batı Trakya’daki nüfusun büyük çoğunluğunu Türklerin oluşturması nedeniyle Batı Trakya Türkleri 1923-1924 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesinden muhaf tutulmuşlar ancak Lozandaki görüşmelerde, Mesta Karasu Nehri ile Meriç nehri arası Batı Trakya olarak kabul edildiğinden, Mesta ile Ustruma Nehirleri arasında kalan Kavala, Drama, Serez bölgelerindeki Türkler mübadeleye tabi olmuşlar ve Türkiye’ye gelmek zorunda kalmışlardır.
3)Türk Olmamasına Rağmen Kayıtlara Türk Olarak Geçirilen veya Kendini Türk Olarak Gören Unsurlar
İspanya’da Türk Hayranı, Türk Dostu İspanyollar
Kendilerini Los Turcos olarak nitelendiren La Coruña Şehri Sakinleri
La Coruña şehrinde kime sorsanız Türkler ve Türkiye hakkında mutlaka söyleyebilecek bir sözü vardır. Hatta bugün La Coruña şehrinin yerel kanalında ‘‘Türkiye’’ adında bir program yayınlanmaktadır. Bu programın yapımcısı Anton Lezcona Gonzales kendisiyle yapılan bir röportajda ‘‘Her La Coruñalı bir Türk’tür.’’ demiştir. Gerçekten de şehir sakinlerindeki izlenim, bu yapımcının sözlerini doğrular niteliktedir. Zira şehir sokaklarında halen Türk bayrağı baskılı tişörtler ile dolaşan Deportivo tarftarlarına rastlamak mümkün. Günümüzde 34,600 kapasiteli Riazor Stadı’nda da devam eden bu Türklüğü sahiplenme duygusu La Coruna halkı için içten gelen ve fazlasıyla benimsenmiş bir duygu. Deportivo’nun baş amigosunun ağzından dinlediğimizde ise geçmişten gelen bu los turcos seslenişi ile maçlarda kendilerince bizimle dalga geçmeyi sürdürdüler. Biz bu durumdan rahatsız olmayı bırakın kendimizi maçlarda İspanyol değil Türk hissediyoruz diyecek kadar ileri gitmiş durumda. Kulüp başkanı Augusto César Lendoiro ve şehirde mikrofon uzatılan herkesin ağız birliği ettiği tek konu ise biz “los turcos” olarak anılmaktan gurur duyuyoruz çünkü biz Türküz. Deniz tarafındaki kale arkasında başlayan Türk bayrağı açma hadisesi ise los turcos baskısından kurtulabilmek ve bundan memnun olduklarını ifade edebilmek için aldıkları bir karar.
La Liga’yı teknik direktör İrureta yönetiminde 2000 yılında kazanmayı başaran Deportivo 2003-04 sezonunda Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde Milan’ı 4-1’in rövanşında kendi evinde 4-0 yenerek unutulması imkansız bir başarıya imza atmıştır. Ancak yarı finalde kupayı kazanacak olan Porto’ya elenmişlerdir. 2000-01 sezonunda da Şampiyonlar Ligi çeyrek finali oynamışlar, İngiliz Leeds United takımına elenmişlerdir. Ülkemiz takımı Galatasaray ile aynı dönemde onlar da en parlak devirlerini yaşadılar. 2004 yılında oynanan Deportivo La Coruna – Panathinaikos karşılaşmasında görsel şovda en büyük yer Türk bayrağına ayrılmış ve Yunan takımı karşısında bundan daha da övünmüşlerdi. Kısacası geçmişte başlayan ve günümüzde devam eden Los Turcos sadece La Coruna’nın efsanesi olmaktan çok öteye geçmiş durumda.
La Coruña şehri sakinlerinin Türk olduklarını söylemeleri ve bundan da gurur duymalarının da bir tarihsel perde gerisi var elbette. Şimdi bu tarihsel perde gerisine göz atalım.
Tarihimizde Akdeniz bir Türk gölü haline geldi klişesi oldukça ünlüdür. Bunun gerçekleşmesi de 16.yy ve Hızır Reis dönemine rastlar. Kanuni Sultan Süleyman’ın verdiği isimle Hayreddin Paşa dönemine… Bizim bildiğimiz isimle abisi Oruç Reis’e Avrupalılar tarafından sakalının kızıl rengi sebebiyle takılan ve kardeşinde de devam etmiş olan Barbaros Hayreddin Paşa dönemidir Akdeniz’i Türk gölü haline getiren… Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanması karşısında kazanılan Preveze Deniz Savaşı ise onun için doruk noktasıdır. Efsanemize konu olan kısım ise Barbaros Hayreddin Paşa’nın deniz seferleri sırasında önce Fransa ardından da İspanya’da kurduğu dostluklardır.
Galiçya seferleri sırasında çok yakında bulunan La Coruna’da yerel yöneticiler ve bölge ileri gelenleri gerek Osmanlı’nın o dönemki gücü gerekse Barbaros Hayreddin Paşa’nın tutumu karşısında Türklerle oldukça iyi anlaşmışlardır. Vigo şehri halkı ise La Coruna karşısında tepkilerini “los Turcos” diyerek ve kendilerince dalga geçerek ortaya koymuşlardır. Takip eden yılları ağızlarda iyice yerleşen bu tabirden La Coruna halkı gurur duyarak ve evet biz Türk gibi güçlüyüz diyerek ters psikoloji ile karşılık vererek geçirmişlerdir.
Los Turcos/Comparsa de Turcos Grubu
Festivalleriyle ünlü İspanya’nın önemli kültürel etkinliklerinden biri olan “Moros y Cristianos” (Müslüman Araplar ve Hristiyanlar) festivalinin en kalabalık grubu “Los Turcos” (Türkler), Türk ismini ve Türk bayrağını taşımaktan gurur duyuyor. İspanya’nın güneydoğusundaki Valensiya bölgesinde bulunan, yaklaşık 10 bin nüfuslu Sax kasabasında; Sivas doğumlu olan, kasabanın azizi Aziz Blas anısına 1627’den bu yana gerçekleştirilen festivalde, Araganolesliler, Garibaldiler, Hristiyanlar, Faslılar gibi isimlerle kurulan gruplar arasında 700’den fazla üyesiyle en büyüğü olan Los Turcos (Türkler) her yıl bu festivale katılım sağlıyorlar.
Sax’taki festivalin 400 yıl önce başlatılan nedeni, Hıristiyanlar’ın Müslümanlar’a karşı elde ettikleri galibiyete dayanıyor. Festivalin nefret ve intikam kokan havası, 300 yıl sonra 1920 yılında birden bire değişiyor. Daha önceki kutlamalarda, Hıristiyanlar’ın Müslümanlar’ı çok kanlı bir şekilde mağlup etme sahneleri ağırlıklı iken 1920 yılında Anadolu’da emperyalistlere karşı başlayan İstiklâl Savaşı’na yönelik hayranlık besleyen, gıpta ile bakan bir grup İspanyol, bu festivale, ‘Comparsa de Turcos’, yani Türk Grubu adlı bir ekip ile katılma kararı almış. Bu kararda İstiklâl Savaşı’na gıpta ile bakılması, hayranlık beslenmesi kadar köy halkı içinde yaşanan bir anlaşmazlık da etkili oluyor. San Vlas Festivali’nde, ortaçağ kıyafetli Hıristiyanları canlandıracak olan gruptaki başkanlık seçimi krize dönüşünce grup ikiye bölünmüş. Gruptan ayrılan 14 kişinin lideri Jose Maria Torreblanca Garcia, “Hep Hıristiyan ve Mağripli kılığına mı gireceğiz, biz de Türk Grubu kuralım ve festivalin kin ve intikam kokan havasını dostluk ve sevgiye dönüştürelim” diyerek kolları sıvamış. O yıllarda İstiklal Savaşı’nı kazanıp yeni bir ülke kurmaya başlayan, Mustafa Kemal’in yarattığı mucizeler kulaktan kulağa Sax’a kadar ulaşmıştı. Grup mensupları, Türkler ve Türkiye hakkında bilgi, malzeme ve kaynak aramaya başlamışlar. Türk Grubu, 4 Şubat 1920’deki Festival Geçidi’ne katılma kararı alır ama, bir bayrakları bile yoktur. Alelacele bir evden getirilen işlemeli yatak örtüsünü bayrak yapıp korteje katılırlar. Ertesi yıl Comparsa de Turcos festivale daha iyi hazırlanır. Türk bayrağı dikerler. Bir Faslı’nın verdiği bilgiyle sekiz uçlu yıldız yaparlar. Daha sonraki yıl hatayı fark edip beş uçlu yıldızla Türk bayrağı yaparlar. Kostümlerini ise, bir çikolata ambalajında gördükleri yeniçeri kıyafetleri, eski dergilerden buldukları, 1911-1912 Trablusgarp Harbi’nde İtalyanlarla savaşan Türk askerlerinin üniformaları, İnebahtı Deniz Savaşı tabloları, Barbaros, Turgut Reis resimlerinden esinlenip kendileri tasarlarlar.
O yıldan bu yana da festivalin kin ve intikam kokan havası, dostluk ve sevgiye dönüşmüş. Alicante’ye 44 kilometre mesafede olan şirin Sax kasabasında, şimdilerde Türkiye’ye gönül vermiş İspanyollar yaşıyor. Hiçbir kan bağı, kader birliği, kültürel bağ olmamasına rağmen buradaki İspanyollar, bu günlerde kendilerini Türk gibi hissediyorlar.
4)Türk Adında Kurulmasına ve Herhangi bir Türk’ün Yaşamamasına Rağmen Halkı Türk Hayranı Olan Yerleşim Yerleri
Asırlardır Avrupa halkının emeğini sömürdüğü ileri sürülen kiliselerin ve derebeylerin önüne dikilmişti Osmanlı…
Hep ‘istilacı’ olarak gösterilmeye çalışılan Osmanlı, aslında kimi zaman Avrupa halklarının, kimi zaman da devletlerin yardımına koşmuştu. Bunu bizzat bugün Avrupa’nın çeşitli yerlerindeki kalıntılar anlatıyor.
Osmanlı’nın tanıtımı için çaba sarfedenlerin her türlü etkinliklerini değerlendirirken, Avrupa’nın çeşitli yerlerinde, Osmanlı’ya atfen ‘Türkiye’ isimli pek çok yer bulunduğunu ve bu yerlerde Avrupa halklarının bir Türk gibi yaşadıklarını da gözler önüne sermek lazım.
Hollanda’da Türkiye Köyü
Hollanda devletinin kurucusu Willem van Oranje’nin oğlu Prens Maurits, 80 yıl süren İspanya savaşını kazanmalarına katkısı bulunan Osmanlı’ya şükran borcu ödemek için, Zeeland bölgesindeki bir yere Türkiye adını koydu.
Avrupa’nın Ortasında 330 Yıllık Bir Türk Köyü – Moena(İtalya)
Belki de pek çoğumuz adını duymadık bu yerin; Moena. Diğer adları “La Turchia” ve “Rione Turchia”, yani “Türkiye, Türk Bölgesi”. Peki nereden geliyor bu isim? Moena, İtalya – Avusturya sınırına yakın bir Kuzey İtalya köyüdür. Alplerin ucunda, Avusturya sınırındaki köy, günümüzde tanınmış bir kayak merkezi olarak bilinmektedir. Bir İtalyan köyü olduğunu söyleyenler olduğu kadar, Türk köyü olduğunu da söyleyenler vardır.
Aslında Moenalılar, Türk gibi yaşayan İtalyanlardır. Halk arasında La Turchia(Türkiye) olarak adlandırılan köyün ilginç hikayesi 330 yıl öncesine, ta II.Viyana Harbine kadar uzanır. Hikâye şöyledir:
“Lakabı Balaban(yırtıcı bir kuş) olan Yeniçeri Hasan, IV. Mehmed döneminde yaşamış, başarılı bir Osmanlı istihbarat subayıdır. Rusça’nın yanında, İtalyanca ve İspanyolca da bilen Balaban, Roma, Berlin, Viyana ve Venedik gibi dönemin büyük şehirlerine defalarca girip-çıkarak, dönemin Serdar-ı Ekrem(bugünkü Genelkurmay Başkanı)’i ve Sadrazam(en büyük Vezir)’ı olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya; dolayısıyla da Osmanlı’ya istihbarat sağlamış ünlü bir askerdir. Kılık değiştirmekte usta olan Balaban Hasan, bir gün yine bir görev alır. Viyana’da bulunan on iki Türk ajanından uzun bir süre haber alınamadığından, Balaban Hasan neler olup bittiğini bir an önce öğrenip geri gelmek zorundadır. Balaban Hasan görev için gerekli hazırlıkları yaparken, Kara Mustafa Paşa da Kanuni zamanında fethi yarım kalan Viyana’yı ikinci kez kuşatmak amacındadır. Ancak durumu padişaha zamanında açamayan Paşa vicdan azabı çekmekte bir yandan da hazırlıkları ağırdan almaktadır. Bunun üzerine Balaban, Sadrazam Kara Mustafa Paşa’ya haddi olmadığı halde bir an önce Viyana’nın kuşatılması, ne kadar geç kalınırsa kuşatmanın o kadar zor olacağı hususunda öğüt vermeye kalkar. Köpüren Sadrazam, Balaban’ın idam edilmesini emreder; ancak o bir yolunu bulup kaçmayı başarır.
Olaydan sonra Balaban, Avrupa’da II.Viyana dahil bir çok yerde gizlice Osmanlı askerleri içine karışarak savaşır. Girdiği bir mücadelede ağır yaralanır, atına atlayarak bilmediği bir yere doğru gider ve Moena köyüne varır. Buradaki halk onu misafir ederler ve iyileştirirler. Daha sonra halk onu sever, onun da gidecek yeri olmadığından burayı kendi köyü olarak görür. Balaban artık gidebileceği bir yeri olmadığını bilmenin hüznüyle bu köyü kendi köyü beller.
Bilgi, tecrübe ve becerisini köylü ile paylaşır.Köylü zamanla ona “El Turco(Türk)” adını verir, İtalyanca bildiği için de köylüyle kolayca anlaşır ve Türk kültürünü orada yaşatmaya devam eder. Köyden bir kızla da evlenerek tamamen Moena köyüne yerleşir.
Günün birinde Alman derebeyleri vergi almaya geldiklerinde, köyü yerle bir ederler, yakıp yıkarlar. Bunu içine sindiremeyen ve aynı zamanda iyi bir asker de olan El Turco’muz halka kılıç kullanmayı, ok atmayı, kısaca tam anlamıyla savaşmayı öğretir. Ardından halkı ayaklandırır ve derebeylerin zulmünden halkı kurtarır. Bugün Moenalılar halen daha Balaban Hasan’a bu nedenle minnettardırlar ve bu minnetin nedeni de köylüye kahramanlık ve özgürlük duygularını aşılamasıdır.”
Balaban Hasan, yani nam-ı diğer El Turco hayatının sonuna kadar bu köyde yaşar. Bu dünyadan göçtüğü güne kadar Moena’da, kurduğu mutlu yuvada yaşayan Balaban öldükten sonra Moenalılar günlerce yas tutar. Çünkü hayatta kalma sebepleri, özgürlüklerinin teminatı ve ataları olarak gördükleri El Turco artık yoktur. O andan sonra yapılacak tek bir şey vardır: Köyün her taşında ve köydeki tüm adetlerde El Turco’nun anısını yaşatarak onu sonsuza dek onurlandırmak!
O gün bugündür köyün adı La Turchia veya Rione Turchia olarak anılmaktadır. Moena halkı 1683 yılından beri El Turco’yu atası olarak bilmekte ve ondan öğrendikleri Türk geleneklerini nesiller boyunca yaşatmaktadırlar. Ayrıca Moena’da İtalyan bayraklarından daha çok Türk Bayrakları asılıdır ve halk kendini Türk addeder.
Her yıl Temmuz ayında evlerin balkonları ve camları Türk bayrakları ile süslenir, köyün ortasında üzerinde ay yıldız bulunan sarıklı ve bıyıklı bir Türk tasvirli çeşme vardır. Moena halkı, her yıl Ağustos ayında festival düzenler, bu festivalde herkes Osmanlı kıyafetleri giyer, köyün en yaşlısına da El Turco’yu temsilen Sultan kıyafeti giydirilir ve şenlikler yapılır.
Ayrıca Türk Sokağı isminde bir sokağı da bulunan köyün pek çok yerinde Moenalıların özgürlüklerini borçlu oldukları El Turco’ya ait büstler bulunuyor.
Bugün hiç kimsenin Türkçe bilmediği bu köyde insanlar; büstü göstererek ” O bizim atamız, biz Türk’üz, burası da bizim Türkiye’miz!” diyorlar.
Kuzey İtalya’da Avusturya sınırına çok yakın olan Moena köyünde kışın 3 bin olan nüfus, yazın 14 bine kadar çıkıyor.
Aslında burada verilmesi gereken çok güzel bir mesaj var; “Kendini Türk hisseden herkes Türk’tür.” Ülkemizi zaman zaman kasıp kavuran “Türklük” tartışmalarına bence en güzel örneklerden biridir Moena… Avrupa’nın ortasında, Alplerin eteğinde 330 küsür yıldır kendini Türk kabul eden ve Türk geleneklerini yaşatan bu küçük Türk köyünü daha iyi tanıyıp, bizi birbirimize bağlayan değerlerimizi beraber paylaşmak, beraber yaşamak boynumuzun borcudur…

Kaynakça:
Hugh Pope-Evlad-ı Fatihan Türki Dünyanın Yükselişi
Dr. İrfan Sevinç-Hollanda’da Türkler ve Camilerde Din Eğitimi
Gülhan Yaman Kahveci-Hollanda’daki Türkler
Orhan Yeniaras-El Turco & II. Viyana Kuşatmasının Bilinmeyen Yönleri
Irmak Baran-Almanya’da Türkler
Umut Yalım-Evlad-ı Fatihan
Kadim Ülker-Avusturya’da 60 Yıl – Misafirlikten Ev Sahipliğine
M. Tayyib Gökbilgin-Rumeli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan
Dr. Yılmaz Irmak-Almancı: Batı Avrupa Göçmen Türk Toplumuna Sosyo-Kültürel Bir Bakış
Didar Erdinç-Bulgaristan’daki Değişim Sürecinde Türk Azınlığın Ekonomik Durumu
Bekir Yıldız-Türkler Almanya’da