KEFENSİZ BEDENLER
KEFENSİZ BEDENLER ROMANINDAN KESİTLER….!
“1943 yılının sonunda ve 1944 yılının başında, Almanlar, Kırım Türk’lerinin bulunduğu 80 dağ köyünü, bu sefer de Kızıl Ruslara yardım ve yataklık ettikleri için baştan aşağıya içlerinde canlı insanlar olduğuna bakmadan gecenin yarısı yakıyorlardı. ( Bu olay yaşanmış, kaynaklara dayanılarak kişiler dile getirilmiştir.)
Kırım Türkleri zaten ahşaptan yapılmış dağ evlerinin birden alev alması ile çoğunluğu kadın , hasta , yaşlı ve çocuktu. Evlerinden kurtulan olmaması için gaz ve yanıcı maddelerle ilk önce samanlıklarını yakıyorlardı.. Çok sayıda Kırım Türk insanı ateşler içersinde bağırarak bir mum gibi eriyip yanıyorlardı….! Anneler çocuklarının üstüne kapanıyorlardı. Kadınların bakmaya kıyılmayan saçları saman alevi gibiydi. Yaşlı ve sakat birkaç Kırım Türk’ü kaçmak için evlerinin kapılarına bile gelemeden, çığlık ve feryatlar içersinde alevlerin içerisinde yanarak, ateş topuna dönerek kayboluyorlardı. Geriye ise sadece yanması zor olan metal eşyaları kalıyordu…!
Evlerden bağırmaları ve haykırmaları ile çeşitli yerlerinden insanlar ateş topu olarak çıkıyorlardı. Gelinlik kızlar ise kaderin şamarı yüzlerine patlıyordu. Güzellikleri ile bakışlarında, utangaçlıklarından kirpikleri titrerdi. Şimdi ise sessiz haykırışları ile ince ve narin bedenleri ile pencerelerden fırlıyorlardı.
Bir uçtan, diğer uça kadar dağ evleri ateşlere ve yangına teslim oluyordu…! Yıldızlar dağılmış, zifiri karanlık ruhlarına çökmüş bu talihsiz insanların, hicranın yasını alev alev yanarak, veya yangından kaçabilenlerin Alman askerlerinin kurşunları bahtlarına dökülmüş umutsuzluklukları sonları oluyordu….!
Dedelerinin, babalarının kemikleri gömülü mezarlıklara, ellerinde çocukları ile kurtulmak için koşan gençecik anneler daha birkaç adım attıklarında Almanların kurşunlarına teslim oluyorlardı….!
Çocuğunu korumak için bedenini siper eden yanmakta olan anne on yaşındaki çocuğunun mezarlıklar tarafına koşmasını için bağırabildiği kadar bağırmaya çalışıyordu. Zamanın durmak bilmediği, dakikalarda genç Türk Kırım annesinin saçları benbeyaz oluyordu.
-Oğlum Ömer, koşabildiğin kadar koş….!
Ne yazık ki, yanan insanlardan kurtulanlar olmaması için gözetleyen Alman askerinin makineli tüfeğindeki kurşunlar Ömer’in bedeninin parçalar halinde bölüyordu. Ömer, titreyen minicik kalbi ile kanlar içersine gözlerini kapanıyordu. Bir ince tüy gibi gözleri annesini arıyordu, son bir hıçkırıkla, annesinin kokusunu hissetmek arzusuyla, zorlukla konuşabildiği birkaç kelime ile;
-Beni de kucağına al, anneciğim…!
Her tarafı yanmakta olan anne, son nefesini veremeden, oğlunun ufacık bedeninden parçalar halinde yere kanlar fışkırdığını görüyordu. Son bir gayretle alevler içersinde Ömer’inin yanına kadar gelmişti. Oğluna sarıldığında;
-Oğlum. Ömerimmmm. Neyseki yüreğim gül’üme dokundu.!
Her ikisinin bedenleri, bir sevgi pınarı olarak sonsuzluğa akarak canlarını verdiler…! Anne ve çocuğun hemen yanında bulunan eriklerin çiçekleri bir anda çiçeklerini dökmeye başladılar. Evlat sevgisi ile kan ve alevlerin meydana getirdiği, kucak, kucağa muhteşem bir sevgi ile ıslanmış toprak göz yaşları ile dile geldi;
“İçimde çiçekli bir yol var sizlere,
Ömer’ine allı, pullu bir balon verelim,
Kıpkırımzı, bir elma sunalım,
Oynasın, türküler söylererek,
Sıcacık, bir dilim ekmek açlığını giderir…!
İçimde yanan bir annenin kanayan yüreği var,
Yedi cihan sevgisini verseler,
Kıyamete kadar Ömer’de tutuklu kalacaktır.”
Yangından kaçan tüm hayvanlarda dile geldi;
“Yanık ve barut kokusu bir anda, suretden gelen sıfatla safa buldu. Allah’ın dergah kapısı açıldı. ( Çün içerü giresin, dost yüzü, hak ve şehidlik şerbetini , Ömer ve annesine versin…!”