İsmail Bey Gaspıralı Fikirlerini Hayatıyla Yaşayan Dava Adamı
19.yy Türk ve İslâm dünyasının en sıkıntılı ve ıstıraplı dönemidir. Çünkü o dönemde yeryüzünde Osmanlı’nın dışında bağımsız bir Türk ve Müslüman devlet bulunmamaktadır. Bir yandan İngiltere ve Fransa Asya ve Afrika’daki İslâm coğrafyasının tamamını sömürge haline getirirken, diğer yandan Rusya 16.yy ortalarında Kazan’ı işgal ederek başlattığı yayılma politikasını başarıyla sürdürüyor, İdil-Ural havarisinden sonra Kafkasya’ya yerleşiyor, Sibirya’nın ve Batı Türkistan’ı hâkimiyeti altına alıyordu. Osmanlı Devleti’nin de geleceği karanlık görünüyordu. Bu yüzyılın başlarında Sırbistan ve Mısır’da başlayan ayaklanmalar, Balkan’ların tamamına sirayet ediyor, Devlet-i Aliyye parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyordu. Rusya’nın Pan Slavist politikalarından ve sıcak denizlere inme çabalarından yüzyılın ortalarına kadar İngiltere tedirgindi. Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını zamansız buluyordu. Zaten bu sebeple Kırım Savaşı’nda Fransa ile birlikte Osmanlı Devleti’nin yanında yer almıştı.
İsmail Bey Gaspıralı bu savaştan iki yıl önce, 20 Mart 1851’de Bahçesaray’da doğdu. Kendi ifadesiyle:
“Doğmuşum ben Avcı Köy’de 1851’de
Mekânımdır Bahçesaray, mezarım kim bilir nerede?”
O dönemde Türk Dünyası’nın genelinde olduğu gibi, Kırım Türkleri de soyadı kullanmamaktadır. Resmi Kayıtlarda isimlerinin yanına aile lakaplarının yahut baba adının ilave edilmesi adeti yaygındır. Ancak zâdegan sınıfa mensup olanların, Rus mekteplerinde okuyup, Rus devletiyle ilişkili bulunanların soyadları vardı. Bir Mirza ailesine mensup olan İsmail Bey’in soyadı da, baba tarafından dedesinin doğduğu Gaspıra köyünün adına Slavca aidiyet eki getirilerek Gasprinski olmuştur. Yani resmi adı İsmail Mirza Gaspirinski’dir. Rusya İmparatorluğu’nda yaşayan Müslüman-Türk halkları arasındaki uygulamaya göre, Bey, Mirza, Han gibi unvanlar şahıs adlarını takiben soyadından önce kullanılırdı. İsmail Bey bütün yazılarında Gasprinski adını kullanmış olmakla beraber, soyadının Türkçe söyleminin Gaspıralı olması gerektiğini belirtmiştir. Nitekim vefatından sonra literatürde umumiyetle bu adla zikredilmiştir. İlköğrenimini Bahçesaray’da Tatar mektebi ve Rus okulunda tamamladıktan sonra, önce Voroney’deki Harp Okulu, ardından Moskova’daki Milyuttun Jimnazyumunda okudu. Ruslar, askeri okullarında okuyan Rus olmayan öğrencilerin Hıristiyan ve Rus adetlerini benimsemelerini temin maksadıyla onları hafta sonlarında Rus ailelerinin yanına gönderiyorlardı. Böylelikle genç İsmail belli aralıklarla tanınmış bir Pan Slavist olan Mihail Katkov’un evinde kalmaya başladı. O yıllarda Rusya’da giderek tırmanan ve devlet politikası haline gelen Pan Slavizme paralel olarak, yoğun bir Osmanlı-Türk düşmanlığı mevcuttu. Evdeki konuşmalar, Katkov’un Türkleri aşağılayan makaleleri, Rus gazetelerinin yazdıkları, okulda Rus olmadığı için maruz kaldığı ayrımcı muameleler O’nu çok etkiledi. Milli şuurunun uyanmasına, kimliğini fark etmesine yol açtı. O sırada Girit’de Rumlar Yunanistan’a bağlanmak maksadıyla ayaklanmışlardı. Rus basını ve kamuoyu Osmanlı Devleti’ni suçluyor ve hararetle Rumları destekliyordu. İsmail bir arkadaşıyla birlikte Girit’e gitmeye, gönüllü olarak Osmanlı ordusuna katılmaya karar verdi. Ancak belgeleri olmadığından Rus polisi Odesse Limanı’nda iki genci nezarete aldı; ailelerinin yanına evlerine gönderdi.
İsmail Bey Moskova’ya askeri okula dönmemekte kararlıydı. Bir süre Bahçesaray’da öğretmenlik yaptı. Ancak bir şeyi fark etti. O dönemde dünya dili kabul edilen Fransızca’yı iyi derecede bilmeden kendine uygun bir gelecek hazırlaması mümkün değildi. Paris’e gitti. 1872-74 yılları arasında bir taraftan Fransızca’yı öğrenirken, diğer taraftan bir reklam şirketinde ünlü Rus yazarı İvan Turgenyev’in kâtipliğini yaptı.
Dönüş yolunu epeyce uzun tuttu. Fas, Cezayir ve Mısır’a uğradıktan sonra Mekke ve Medine’yi ziyaret etti. Kâbe’de tavaf yaparak dini vecibesini yerine getirdi. Buradan İstanbul’a gelerek bir süre kaldı. Çalışmak için uygun bir iş aradığı, fakat Babıali üzerinde çok etkili olan Rus elçisi İgnatiev’in O’nun Rus tebasında olduğunu öne sürerek engellediği söylenir.
Fransa’da yaşadığı yıllarda Batı medeniyetini içinden görüp tanıma fırsatı olmuştu. Dönüş yolunda gördüğü Müslüman ülkelerin durumu, anavatanı Kırım ve Rusya içerisindeki Müslümanların yaşadığı şartlar İsmail Bey’i derinden etkiliyor, düşündürüyordu. Ruslar Türklere ve Müslümanlara ikinci sınıf insan muamelesi yapıyor, eşit görmüyor, aşağılıyorlardı. Bağnaz bir misyoner ve Pan Slavist olan İlmiski’nin hazırladığı asimilasyon projeleri uygulanmaya çalışılıyordu. Müslümanlar dünyadan tecrit edilmiş halde kendi kapalı muhitlerinde ve çoğunlukla kırsal alanlarda, köylerde hayatlarını sürdürüyorlardı. On binlerce Kırım Türk’ü bu ortama dayanamayıp “ak topraklar” dedikleri Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldığından, Kırım’daki Türk nüfusunun yoğunluğu hızla azalıyordu.
Gaspıralı İsmail Bey Bahçesaray ve çevresinde bir süre halkını daha yakından görüp tanımaya, ne düşündüklerini anlamaya çalıştı; ziyaretler yaptı, “az konuşup çok dinledi.” Vatan toprakları Ruslar tarafından işgal edilen ve bu imparatorluğun içerisinde yaşamak zorunda kalan 20 milyondan fazla Türk ve Müslüman’ın büyük sorunları vardı. Bunlar çözüme kavuşturulmadan, hak ve hukuklarına, kimliklerine saygı duyulan, insan onuruna yaraşan bir hayat yaşamaların mümkün değildi.
İsmail Bey fikirleri için sonuna kadar mücadele eden, bu yolda bitip tükenmeyen bir enerjiye sahip bulunan, hedefleri, vizyonu, ufku olan, sorumluluktan kaçmayan bir insandı. Nurettin Topçu’nun “isyan ahlâkı” diye tarif ettiği bir yapısı vardı. İlk önce Bahçesaray Belediye Başkanlığı’na aday oldu. Genç oluşu bir handikap görünüyordu. İlk denemelerinde bu nedenle sonuç alamadıysa da geri adım atmadı; 1878’de 27 yaşında Belediye Başkanı oldu. 58 kişilik belediye meclisinde 34 Kırım Tatar’ı bulunuyordu. Bundan dolayı işi kolay değildi. Gaspıralı’nın en önemli özellikleri, fevri olmaması, duygularını kontrol etmesi, sakin, pragmatist ve sabırlı oluşudur; gerçekleri görmesi ve meşruiyetçi olmayı önemsemesidir. Koyu mutlakiyetçi bir sistemin içinde yaşıyordu. Yönetim Rus olmayanlardan ve Müslümanlardan kuşkulanıyor, sadakatlerine güvenmiyordu. Diğer taraftan Müslüman halkın genel bilgi ve kültür seviyesinin düşük olması, iyi eğitim görmemenin sonucu nitelikle, yetişmiş, dünyayı bilip tanıyan bir aydın tabakasının bulunmayışı sadece Rusya’daki Müslümanların değil, bütün Türk ve İslâm dünyasının ortak sorunuydu.
Bu tablo üzerinde uzun uzun düşünen İsmail Bey, üç kademeli bir hareket plânı yaptı. Ortak bir dil oluşturulmasını, eğitimli insan yetiştirilmesini ve Türk halklarının temsilcilerinin katılımıyla umumi kongreler toplanmasını ve bu kongrelerde Rusya İmparatorluğu içerisindeki bütün Türk ve Müslümanlara şamil kararlar alınıp uygulamaya konulması temel hedefleriydi. Bu Plânın iki aktif ayağının olmasını düşünüyordu. Evvela fikirlerini, görüşlerini duyurmak için neşriyat yapması, gazete çıkarması gerekiyordu. Kaliteli ve nitelikli insanların yetişmesi içinse, bunu hazırlayacak seviyede eğitim verecek mekteplere ihtiyaç vardı. Hitap edilecek kitlenin yani Türk soylu halkların konuşup yazacakları ortak bir lisanın olmayışı temel sorunların başında geliyordu. Gaspıralı “Kazan’daki çobanın da, İstanbul Boğazı’ndaki kayıkçının da duyunca anlayacağı ortak bir dilin” olmasını istiyordu. Bu düşüncesinin gerekçesini şöyle ifade ediyordu: “İnsanları tefrik eden üç şey var. Biri mesafe, biri din başkalığı, biri de dilsizliktir. Dinimiz hep bir ise de mesafeyle dilsizlik bizi tefrik ediyor.” Rusların Türk halklarını mankurtlaştırmaya, kimliklerinden koparıp eritmeye yönelik politikaları mevcut sorunları daha da ağırlaştırıyordu.
İsmail Bey’in ortak Türk dili tasavvuru İstanbul lehçesini esas alıyordu. Maksadı Kıpçak-Kırım Türkçesi’nin kelime hazinesiyle ve Oğuz (Anadolu) Türkçesi lehçesiyle bunu zenginleştirerek Çağatayca konuşan(Doğu Türkçesi), İdil Türklerini, Özbekleri, Kırgız ve Kazakları, Oğuz lehçesiyle konuşan Türkmenlerle, Azerbaycanlılarla, Kırımlı Tatarlar ve Osmanlı Türkleriyle ortak bir dil etrafında buluşturup anlaşmalarını sağlamaktı.
Bu ortak dil yazı dili haline gelecek, böylelikle bütün Türk halklarının ortak malı olacak. Bu “Boğaziçi’ndeki kayıkçıyla Kaşgarlı deveciyi, Kırım’ın bozkır tarafında Nogayca konuşan Tatarlarla, Güneyde Yalı Boyunda Oğuzca konuşan Tat Tatarlarını da birleştirmek” anlamına gelen bu tasavvuru tarihi bir adım olacaktı. Ancak İnsanların mahalli asabiyelerini, bundan kaynaklanan şive ve lehçe hassasiyetlerini aşmaları kolay değildi. 19.yy ortalarından itibaren Türk illerinde başlayan mahalli karakterli milli kültür hareketleri, genellikle ortak Türk kimliği üzerinden gelişmediğinden kendi bölgeleriyle sınırlı oldular. Bu tarihlerde Azerbaycan’da, Kazan’da ve Türkistan’da gazeteler, dergiler çıkarılmaya başladı. Ancak bunlar dil konusunda Gaspıralı’nın gösterdiği hassasiyeti sahiplenmediklerinden dil-lehçe farklılıkları derinleşti; Türk bölgeleri birbirlerinin yazıp konuştuklarını anlamaz hale geldiler. Gaspıralı bu dar millicilik anlayışından doğan hareketlerin Türk Milli Birliği idealini engellediğinin farkındaydı. “Rusya’ya tabi bulunan Türklere Tatar lakabı verilmiş ise de bu isnattır, hatadır. Rusların Tatar, Buharalıların Nogay tesmiye ettikleri halklar hakikati halde Türk’tür” diyordu.
Bu tarz yanlışları düzeltmek, en azından okumuşların dar kalıplara sıkışıp kalmalarını önlemek için kendi tarzı içerisinde gerekli ikazları yapmaya çalışıyor ama bazıları ikna olmak bir yana, tepki gösteriyorlardı. 28 Şubat 1899 tarihli Tercüman Gazetesinde Abdurrahman Hakveri isimli bir Azerbaycanlı yazarın “Dağılan Tıfak” isimli eserini tanıtırken “bu komedya Azerbaycan’ın kendi şivesinde yazılmıştır. Muharrir daha edebi ve daha güzel bir lisan kullanabilirdi” diyerek ufak bir eleştiri yapması bile tepkiler almıştı. Sen Petersburg Hayriye Cemiyeti Reisi Azerbaycan’lı Sultan Gazi Veli Han, Gaspıralı’nın işlerine karışmamasını istiyor ve “ehl-i emlin nesihete ihtiyacı yohtur” cevabını veriyordu. Oysa Gaspıralı’nın hedefi çok sade ve netti. 1907 yılında Rusya Müslüman yazarlarına hitap ederken şöyle diyordu: “Her yer ve zaman Türk dili bir nice vilayet şivelerine ayrılmıştır. Bu yalnız bizim millete mahsus bir hal değildir. Lisan-ı Arab’ın, lisan-ı Rus’un, Nemselerin, vesairelerin mahalli şiveleri vardır. Lakin Arapların, Rusların ve Nemselerin umum-î lisan-ı edepleri vardır ki her vilayette câridir. Edep, mektep ve fünun lisan-ı umumidir. Biz de bu yok, bize bu lazımdır…. Lâkin şimdiden cümlemizin gaflet etmeyip, zaman kaçırmayıp çalışacağımızın lisanımızın ıstılâh cihetidir……Şimdiden yapacağımız iş umûmi lisan-ı edebiyyeye negis esası salmak ve koymaktır. Bu işe ziyadesiyle dikkat edelim. Bir avuç Ermeni’nin, Gruzinin, Latış’ın nüfuzları edebiyatları sayesindedir. Tarih ve edebiyatlarının negizi (temeli) ise lisan-ı edebiyyeleridir. Tilsiz kişinin davuru (sesi) çıkmaz. ”
İsmail Bey Gaspıralı hayatının sonuna kadar ortak edebi Türkçe’nin bütün Türk halklarına benimsetilmesi yönünde büyük çaba sarf etti. Bir hayli mesafe de alındı. Ancak 1917’de iktidara gelen Bolşevikler bu hamlenin önünü kestiler. Mahalli Türklerin lehçelerinin her birini bağımsız dil haline getirdiler. Türk halklarının siyasi sınırlarını buna göre düzenlediler. Alfabe değişiklikleriyle bu girişimlerini desteklediler. Bu sistemli politikaların sonucu olarak 90’ların başında Sovyetler Birliği dağılırken Türk halkları yerel lehçe ve şive farklılıklarının öne çıkartılıp yazı dili haline getirilmiş olması nedeniyle, maalesef birbirlerinin konuştuğunu anlayamaz hale geldiler. Bağımsızlığına kavuşan Türk Cumhuriyetleri temsilcilerinin aralarında yaptıkları toplantılarda ortak dil olarak Rusça konuşmaları utanç verici bir durumdur.
İsmail Bey’in gazete çıkarma çabaları kolay sonuçlanmadı. Çünkü Rus yönetimi Türklerin gazete çıkarmasını tehlikeli buluyor, izin vermiyordu. İsmail Bey yaptığı müracaatların devamlı reddedilmesine rağmen vazgeçmedi. Matbaasını kurmuş, hazırlıklarını tamamlamıştı. Dört yıl boyunca hiç usanmadan girişimlerini sürdürdü. Bu sırada “Rusya Müslümanları” konulu makalesini kitap haline getirip bastırdı. St. Petersburg’a kadar gidip yetkililerle görüşmeler yaptı. Nihayet 1883’de “Tercüman-ı Ahval-ı Zaman” adıyla gazetesini yayınlama müsaadesini aldı. Ancak Ruslar bir şartla izin vermişlerdi; yazıların tamamı Rusça tercümesiyle birlikte gazetede yer alacaktı.
10 Nisan 1883 tarihli Tercüman’ın ilk sayısı 320 adet basıldı. İsmail Bey Rusların tepkisine yol açmamak için çok dikkatli bir yayın politikası izliyordu. Temel düşüncesi neşriyat yoluyla yalnız Kırım Türklerinin değil, bütün Türk ve İslâm âleminin uyanıp ayağa kalkmasıydı. Ancak şartlar çok ağırdı. Panslavizm’in hâkim olduğu despotik çarlık yönetimini kuşkulandırmadan hedefine ulaşması gerekiyordu. Gazetede Türk ve İslâm dünyasının her tarafından verilen haberlerin yanı sıra, dünyadaki ilmî ve teknik gelişmelerle ilgili bilgiler de yer alıyordu. Gazete uzun bir zaman zarar etti. İsmail Bey zararı matbaasının diğer baskılarından sağladığı kazançla kapatıyordu. Sonunda direnmesinin semeresini aldı. Tercüman’ın baskısı 15-20 binlerin üzerine çıktı. Bütün Türk bölgelerinde okunduğu gibi İstanbul’da da binlerce okuyucusu vardı. Abdülhamit Han gazetedeki bazı haberlerden dolayı Tercüman’ın İstanbul’a getirilmesini 1887 ve 2004’de iki defa yasakladı. Ama Gaspıralı’nın ne yapmaya çalıştığının farkında olduğundan çok sürmeden yasağı kaldırdı.
“Dilde, fikirde, işte birlik” sloganı İsmail Bey Gaspıralı’nın gençliğinden itibaren yürüttüğü mücadelenin, çizgisinin, mefkûresinin özlü ve veciz anlatımıdır. Bunu 1911’de Tercüman gazetesinin başlığına yerleştirmesi, ileriki nesillere sunulan anlamlı bir mesaj, milli bir vasiyet olarak yorumlanabilir. Neşriyatı sadece Tercüman’la sınırlı değildi. Kadınlar için kızı Şefika hanımın hazırladığı “Âlem-i Nisa” dergisi, çocuklar için Âlem-i Sübyan” dergisini çıkardı. Ayrıca Dünya Müslümanlar Kongresi’ni toplama hazırlıkları yaparken, Kahire’de 1908’de El Nahza isimli Arapça bir gazete çıkardı. 16 sayı çıkması plânlanan ve İslâm dünyasının meseleleriyle ilgili makalelerin, haberlerin yer aldığı gazete 3 sayı çıktıktan sonra İngilizlerin baskısı sonucu kapandı.
İsmail Bey Gaspıralı Fransa’da kaldığı yıllarda, Batı’nın dünya çapındaki siyasal ve ekonomik üstünlüğünün, refahının bilgiye, bilime ve eğitime verilen önemden kaynaklandığını yakından gördü. Batı medeniyetiyle İslâm âleminin ve Rusya Müslümanlarının durumları kıyaslandığında sorunların temelinde maarif meselesinin, eğitim sisteminin olduğu açıkça görülüyordu. Gaspıralı’nın tespiti şuydu. “Benim için Şark Meselesi ne Bismark’ın ne Glaston’un politikalarıdır. Şark Meselesi aslında maarif meselesidir.”
Rusya Müslümanlarında eğitim, şehirlerde medreselerde, köylerde camilerin yanındaki yerlerde geleneksel yöntemlerle veriliyordu. Eğitim konusunda Rusya’da Tatarların ve Müslümanların modeli Buhara Medreseleriydi ve ezbere dayanıyordu. Bu kadimci sistemde çocuklar birkaç senede güçlükle okuyabilecek duruma gelirken, yazının adı bile anılmıyordu. Kız çocukları ise mekteplere alınmadıklarından bundan mahrumdular. Öğrenim günde yedi saatti; sınıf ve yıl ayrımı yoktu. Dersleri anlatanlar mahalli imam yahut müezzinlerdi; bunlar yoksa kıdemli talebeydi.
Medreselerde sadece Kuran-ı Kerim ve ilmihal bilgileri öğretiliyordu. Müspet ilimler, felsefe, sosyal bilgiler, tarih, coğrafya gibi dersler okutulmuyordu. Sonuçta beş yıl bu mektepte okuyan öğrenci ne İslâmi bilgileri tam olarak öğrenebiliyor, ne de doğru dürüst bir cümle yazabiliyordu. Üstelik hayatına nizam verecek; başta matematik olmak üzere, temel bilgilerden mahrum kalıyor, kendi tarih ve medeniyetini öğrenecek imkânı bulamıyordu.
Gaspıralı bütün meselelerin temeli olarak gördüğü maarifle ilgili düşüncelerini hayata geçirmek üzere ilk adımı 1884 yılı başında attı. Bahçesaray’da Usûl-i Cedit ile eğitim verecek ilk mektebi açtı. Ancak 12 öğrenci bulabilmişti. Bu okulda 40 gün içinde çocuklara okuma yazma öğretileceğini ilan etmişti; fakat insanlar görmeden inanamıyorlardı. Altı ay sonra velilerin huzurunda yapılan imtihanda vaatlerin yerine geldiği, çocukların okuma yazmanın yanı sıra hesap ve ilmihal de öğrendikleri görüldü. Bu başarı üzerine okula rağbet hızla arttı; öğrenci sayısı 200’ü geçti.
Gaspıralı Osmanlı maarif sistemini, özellikle Sübyan Mekteplerinin ıslahında büyük rolü bulunan Selim Sabit Efendi’den etkilenmiş ve O’nun sisteminden yararlanmıştı. Uyguladığı sistemde kadimci ezbercilik yerine fonatik usul benimsenmişti. İlk ders kitabı olan “Hoca-ı Sıbyan”ı kendisi yazmış, dersi anlatacak öğretmeni bizzat yetiştirmişti. Programında okuma yazmaya, temel ilmihal bilgilerine ilaveten Türk dili, matematik, geometri, İslâm ve Dünya tarihi, coğrafya ve sağlık bilgileri gibi dersler de yer alıyordu. İlk mektepler medreseden ayrılıyor, dersler için maaşlı öğretmenler istihdam ediliyor, yalnız okumaya değil, yazmaya da önem veriliyordu.
Ruslar işgal ettikleri Türk bölgelerinde, Kazan ve Kırım’da halkın eğitimsiz kalmasından memnundu. Müslüman halkın vergilerini vermelerini, bunun ötesinde idari konulara karışmamalarını, sadece kendi hayatlarını yaşamalarını, böylelikle sosyal ve ekonomik alanların dışında kalmalarını istiyorlardı. Tatarlar’a maddi ve manevi yardım tamamen kesilmiş, cehalet körüklenmişti; okuma yazma bilenlerin oranı %5’i geçmiyordu. Bölgeye Ruslar getirilip yerleştiriliyor, topraklar onlara veriliyor, Kırım Türklerinin hayatı olabildiğince zorlaştırılarak Anadolu’ya göç etmeleri sağlanmaya çalışılıyordu. Rusya Müslümanlarının nitelikli insan eksikliği, ticari ve ekonomik hayatın dışında kalmaları büyük sorundu. Gaspıralı, Gündoğdu isimli hikâyesinin kahramanı Danyal Bey’in ağzından mücadelesinin maksadını şöyle anlatır: “Ne işlemeli, işi nereden tutmalı; sönmüş kalpleri ne ile yandırmalı? Basiretini kesmiş perdeleri ne ile kötenmeli? Gaflet sahrasında serilip kalmış bir milleti ne ile ayağa kaldırıp turguzmalı? (Tercüman 7 Şubat 1906)”
Usûl-i Cedit mekteplerinde eğitim süresi iki yıldı. Bu sübyan mekteplerinin amacı talebeye Türkçe okuma yazma, temel aritmetik bilgisi, hat, Kuran-ı Kerim okuma, İslâm dininin esasları ve ibadetleri öğretmekti. İlk kademeden sonra genel coğrafya, tarih ve hayat bilgisine giriş dersleri de ekleniyordu. İsmail Bey halkın desteğini kazanmak için yoğun çaba harcadı. Bu maksatla defalarca Kazan’a, Azerbaycan’a, Türkistan’a gitti. Buhara Emiri’yle görüşüp ikna etmeye çalıştı. O’nu Kırım’a davet edip mektepleri gösterdi. Yoksul çocukların okumasını temin maksadıyla Cemiyet-i Hayriyye adıyla dernekler kurdu. Bu sayede binlerce çocuğa okuma imkânı sağladı. İşi zordu; Bahçesaray’da bile sistemin kabul görmesi 5-6 yılı buldu. 20.yy’a girilirken Usûl-i Cedit mekteplerinin sayısı bazı hayırsever Tatar zenginlerinin desteğiyle Rusya genelinde beş bini bulmuştu.
Aslında ceditçilik, eğitim meselesinin ötesinde Tatar kültürüne has bir hareket olarak 19.yy ortalarından itibaren gündemdeydi. Medreselerden yetişmekle beraber bu sistemin eksiklerini, zaaflarını bilen bazı Kazan’lı aydınlar sistemin ıslah edilerek çağın gerektirdiği bilgilerin öğretilmesinin zaruretini görüyorlar, bunun mücadelesini veriyorlardı. Hüseyin Feyizhani, Şihabetin Mercani ve Kayyum Nasırî medrese reformu fikrinin öncüleriydi. Mercani ve Nasırî yeni metotlarla eğitim yapılması hususunda büyük çaba harcıyorlardı. Ancak 1860’lı yıllarda Tatar toplumu, özellikle din adamlarının büyük kısmı toplum hayatında değişiklikler öngören bu tarz projelere hazır değildiler. Rus dilinin öğrenilmesini istemiyorlar, bunu günah sayıyorlar, şeriata aykırı buluyorlardı.
İsmail Bey dinî eğitimi olmadığından medreseler konusuyla fazla ilgilenmedi. Medreselerin anadilde öğrenim yapılan, geniş dinî ve dünyevî müfredat ile Osmanlı’daki Rüştiye mektepleri gibi bir çeşit orta dereceli okul sistemine dönüştürülmesini istiyordu. Ancak bu konuda girişimleri olmadı.
İsmail Bey Gaspıralı bütün zamanını bıkıp usanmadan, zorluklara, çıkarılan engellere aldırmadan faaliyetlerini sürdürdü. Çalışmaları Rusya geneline, Türk ve Müslümanların yaşadığı bölgelere yayıldıkça bazen çok anlamsız tepkilerle karşılaştığı da oluyordu. Bu cümleden bir Azerbaycan’lı pedagog, Sıtkı Seferoğlu İsmail Bey Tercüman’ın okunmasına nedense karşıydı. “Gaspiriski 1897.inci senesi üçün yine müşteri defteri açıktır. Halka gene yalandan gelecek sene üçün kitap vad’esi verir. Amma Nahçıvan’dan bu il herkes almayacağtır ve müşterilerin hamısına tapşırmışam ki almasınlar. Ordabata da yazmışam ki almasınlar.”
Buna karşılık İsmail Bey’le aynı mefkûreyi paylaşan bir başka Azerbaycan’lı, Ali Bey Hüseyinzade farklı düşünmektedir. “Hasan Bey Melikof’la beraber Ebu’l – Muharririn unvanını bi hakkın sezevar olan İsmail Gasprinski Hazretleri” ifadesiyle O’na olan muhabbetini ifade eder.
Dönemin önde gelen Tatar aydınlarından Rıza Fahreddin “Til Yarısı” isimli eserinde Gaspralı’yı şöyle anlatır: “Ana dilimizin bugün de selamette olan en büyük hâdimini göstermek lazım olsa, şüphe yoktur bu zat Tercüman muhabiri İsmail Bey Gasprinski’dir. Herkesin anlayacağı tarzda açık ifadeli ve ruhlu olan kısa cümleler, güzel edebi tabirler usulünü ilk defa bu zat ortaya koymuştur. Türk dilinin birinci ıslahatçısı Ali Şir Nevâi ise ikincisi hiç şüphesiz İsmail Bey’dir.”
1905 Rus İhtilali, Rusya Müslümanlarının bir araya gelip meselelerini müzakere etmelerine, taleplerini belirleyerek bunları ifade edecek temsil organları kurmalarına zemin hazırladı. İsmail Bey zaten yıllardır bunu arzu ediyor, gerekli fikrî ortamın hazırlanmasına çalışıyordu. Kırım’da, İdil-Ural’da, Sibirya’da, Kafkasya’da, Türkistan’da bu maksatla toplantılar yapılmasını, bu bölgeleri temsil edecek heyetlerin seçilmesini, bunların katılımıyla toplanacak büyük kongrede bir icra kurulunun oluşturulmasının uygun olacağı görüşündeydi. Bu maksatla başlatılan girişimlerin içerisinde etkili şekilde yer aldı; kongrenin başkan vekilliğini yaptı. Gaspıralı bu kongreleri önemsiyor, bunlara “Şûrâ-yı Millet” diyordu. İlk Rusya Müslüman Kongresi 28 Mayıs 1905 Nijny Novogrod şehrinde toplandı. Bunu 1906 yılı Ocak ayında St.Petersburg’da düzenlenen ikinci kongre, ardından 1906 Ağustos ayında yapılan üçüncü kongre izledi. Bu kongrelerde Rusya Müslümanlarının siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda birlik içinde hareket etmelerine yönelik önemli adımlar atıldı. Müslümanları Rusya Duması’nda temsil etmek üzere “İttifak-ı Müslimin” adıyla örgüt kurulması kararlaştırıldı. Gaspıralı İsmail Bey açısından çok önemli bir karar daha alındı. Rusya Müslümanlarının maarif sistemi O’nun Usûl-i Cedit tarzına uygun hale getirilecek, mekteplerde belirli bir seviyeden sonra dersler ortak edebi Türkçe ile okutulacaktı. Bu karar Gaspıralı’nın 30 yıllık rüyasının hakikate dönüşmesi anlamına geliyordu. Umumi Kongre İsmail Bey Gaspıralı’yı “milletin babası” ilan etti. Böylelikle yıllardır yaptığı çalışmalara milletçe duyulan şükran ve takdir duyguları ifade edilmiş oldu.
Gaspıralı’nın bir arzusu da “Dünya Müslümanları Kongresi” adıyla bir toplantı düzenlemekti. “Avrupalılar ulemamızın, ediplerimizin iştirak edeceği bu kongreden dolayı Pan İslâmizm çığlıklarıyla ürkmemelidir” diyordu. Çünkü düşündüğü kongrenin siyasi bir veçhesi ve hedefi olmayacaktı. “Zira dünyanın her tarafından gelecek olan ve pek çok içtimai ve kültürel meseleyi çözmeyi arzu eden temsilcilerimiz şimdiye kadar kapalı duran bir çok kapı ve yolu açacaklardır. Bizler de böylece İslâmiyet için kaçınılmaz ölçüde zaruri olan reformlara ve yeniliklere karar vereceğiz… Dünya devamlı olarak değişiyor ve terakki ediyor. Biz ise onun kilometrelerce gerisinde kaldık.”
Gaspıralı bu toplantının yapılması için yıllarca çalıştı. Ancak önce Sultan Abdülhamit Han, arkasından yönetimi ele alan İttihatçılar bu girişime sıcak bakmadılar. İsmail Bey, Osmanlı Devleti’ni Düvel-i Muazzama’ya karşı zor durumda bırakmamak için toplantının Kahire’de yapılmasının uygun olacağını düşünmüştü. Fakat burada da karşısına engeller çıktı. En büyük muhalefet Selefiyeci düşüncesinin önde gelen isimlerinden Reşit Rıza’dan geldi. İngilizler de İslâm dünyasından gelecek temsilcilerin etkisiyle toplantının Pan İslamist bir görünüm kazanmasından endişeliydiler. İsmail Bey hazırlıklarını bir hayli ilerletmiş, hatta toplantı için 31 Ocak 1911 tarihini belirlemişti. Fakat karşılaştığı engeller nedeniyle Dünya Müslümanlar Kongresi yapılamadı.
İsmail Bey Gaspıralı 1914 yılında vefat ederken fikirlerinin önemli bir kısmını hayata geçirmeyi başarmıştı. Rusya İmparatorluğu içerisinde yaşayan Türkler ve Müslümanlar, maarifin milli ve dinî kimliklerini muhafaza etmeleri, hak ve hukuklarını korumaları bakımından ne kadar elzem olduğunu anlamışlardı. Mahalli lehçe ve şivelerin üzerinde ortak bir milli dile sahip olmaları gerektiğini görüyorlardı. Bunun hayata geçirilmesi hususunda aydınlar arasında büyük çapta mutabakat oluşmuştu. Bu yöndeki uygulamalar giderek yaygınlaşıyordu. 1917’de iktidara gelip Sovyetler Birliği’ni kuran komünistler, Ruslar’ın Türk ve Müslümanlara karşı 16.yy’dan beri izlediği kimliksizleştirme, eritme politikalarını çok daha kapsamlı ve etkili şekilde uyguladılar. Aradan bir asır geçti; Sovyetler yıkılıp dünya dengeleri değişirken bağımsız Türk Cumhuriyetleri kuruldu. 2010’da Türkiye, Kazakistan, Azerbaycan ve Kırgızistan’ın teşkil ettiği, Türkmenistan’ın gözlemci olarak katıldığı Türk Keneşi (Konseyi)’nin kağıt üzerinde kalmayıp hayatiyet kazanabilmesi için İsmail Bey Gaspıralı’nın yarım bırakılan mefkûresinin zaman geçirilmeden yeniden canlandırılması gerekiyor. O’nun azmi, iradesi, kararlılığı ve cesaretiyle hareket edilmesi durumunda bunun gerçekleşmemesi için neden yoktur. Ortak bir dil olmadan alınan kararlar, atılması düşünülen adımlar sadece “diplomatik bir niyet olarak kalacaktır.”